Medenî Ayhan : DEMOKRATİK CUMHURİYETÇİLİĞİN HER ANLAM VE HER ALANDAKİ SONUÇLARI
Demokratik Cumhuriyetçiliğin Askeri, İdeolojik-Politik-Diplomatik, Sosyolojik, Ekonomik, Kültürel, Psikolojik, Kurumsal, Örgütsel, Hukuksal, Tarihsel ve Kişilik Üzerindeki Sonuçları
Askeri açıdan Demokratik Cumhuriyetçiliğin sonuçlarına bakıldığında ; Apo’nun İmralı’da ordu ile birlikte çalışarak, PKK’nın askeri anlamda tasfiye sürecine soktuğu kesindir. Önce Demokratik Cumhuriyetçilik, bu tutmayınca ekolojik sistem ve üçüncü alan ve o da tutmayınca Demokratik Konfederalizm ve ardından da Komala sistemi gibi yeni yamadan ibaret kavramların arka arkaya kullanılması neticesinde, savaşının da, barışının da amaçsız ve hedefsiz olduğunu ortaya koydu. Daha doğru bir değişle amaçsız ve hedefsiz duruma getirildi. Kemalist devletin temel referanslarını esas alan bir ideolojik politik içerik çerçevesinde, Kürdistanî program ve siyaset kendini inkar çerçevesinde ortadan kaldırılarak, yapının teorik boyutu olan, ama aynı zamanda düşünsel ve ruhsal niteliği olan yanı bu şekliyle ile öldürülme sürecine sokuldu. Devletin resmi referanslarından ibaret Demokratik Cumhuriyet ideolojisi üzerinden militani ruh, büyük motivasyon ve psikolojik üstünlük ile hiç kimse savaşa çekilemez, savaştırılamaz.
Her şeye rağmen savaşan varsa; bugünün değil, geçmişin değer yargı sistemini yaşayarak savaşandır, ya da sadece ölmemek için öldürendir. Savaşın ve militan yapının ideolojisi tasfiye edilmiştir. İdeolojinin ( teorinin ) tasfiyesi , zemin ve temelini teşkil ettiği pratiğinin de tasfiyesidir. Türk Devleti, Suriye’nin “hükümranlık alanını” ve Apo’ya yapacağı operasyonlarla müdahale edeceğini medyasında tartışmaya başlaması ile birlikte, henüz Suriye’deki Türkiye vatandaşı, Apo’nun ; “Bana eylem yapma, savaşı ve örgütü tasfiye etmeye hazırım. İşte dağda en yetenekli eleman olan Şemdin Sakık’ı tasfiye ediyorum. Örgütü bir tarikata dönüştürdüğümü ve örgütün bütün yapısına hakim olduğumu ispatlamak ve denetim altında bir tasfiyeci olarak çalışacağımı göstermek ile samimi olduğuma inandırmak için bunu yapıyorum.” şeklinde mesaj verdiği anlaşılmaktadır. Apo’nun, Şemdin Sakık’ı örgütten kaçırtması ve örgüt karşısında bir suçlu durumuna sokarak teşhir ettirmesi , zamanlaması açısından da bu durumun ifadesidir. Sistem içinde tarikatın bir müridi olan, örgüt yaratma ve siyaset yapmak için gerekli birikimden yoksun olan Şemdin Sakık’ın koparılması durumunda, Şener’in tersine, bir muhalefet dahi yaratamayacağını ve herhangi bir güce sığınacağı peşinen öngörülmüştü. Bu süreçle birlikte, tutuklandıktan sonra, devletin de üzerinde oynamaya başladığı Şemdin Sakık itirafçılaştırılmış oldu.
Apo’nun PKK içerisinde yerleştirdiği sistem, bireyin ideolojik politik çizgisiyle örgütlü, irade inisiyatif geliştirebilen ve dünyayı düşünerek algılayan bir kadro durumundan çıkarmaktadır. Daha doğrusu bu tür nitelikler kazanması engellenmekte, tarikat içerisinde Şeyh'e bağımlı düşünce dünyası, iradesi ve inisiyatifi bulunmayan bir mürit durumuna getirilmektedir. Bu sistemi sindiremeyen veya kabul edemeyenler komplolarla suçlanarak tasfiye edilmiştir. Bu nedenle PKK örgütünde bugün için kendi ideolojik politik inançları ile örgütlü, irade ve inisiyatif sahibi kadrolar bulunmamaktadır. “Şeyhin ( daha doğrusu Tanrı’nın ), her söylediğinde tartışmasız bir hikmet vardır.” anlayışını esas alan sorgulama mekanizması, bağımsız düşünebilme yetisi, irade ve inisiyatifi tüketilip kısırlaştırılmış ve sadece gelebilecek talimata göre koşullanmış nesneler vardır. Sistemin bu duruma düşürdüğü bireyler önce sisteme tutsaktır. Bu nedenle örgütün içerisinde muhalefet edebilecekleri , herhangi bir yanlışı düşünmeleri mümkün olmadığı gibi, tasfiyecilik ve işbirlikçiliği görmeleri durumunda dahi örgüt zemininde buna karşı açık muhalefet yürütme irade ve inisiyatifine sahip olabilmeleri mümkün olmamaktadır. Fiziksel açıdan örgütün bünyesinden koptuklarında dahi ufuksuz, iradesiz, inisiyatifsiz ve kısırlaştırılmış özelliklerinin doğurduğu alışkanlıklar ile takatsizliği taşımaya devam etmektedirler. Bu nedenle PKK’dan kopan muhalefet dahi bir kimlik ve kişilik kazanamamaktadır. PKK içinden Apo’nun işbirlikçi ve tasfiyeci çizgisine karşı gelişen muhalefet nazara alındığında, özgün niteliğiyle örgüt içinde ideolojik politik inançları çerçevesinde açıkça mücadele etme cesaretini gösteren M. Şener, R. Altınok ve Dilaver Yıldırım ise istisna görülmektedirler.
Apo’nun ideolojik politik düzeyde savaş ve militan yapının tasfiyesine gitmesiyle birlikte, pratik tasfiyeyi de taşıdı/taşımaktadır.
Apo’nun devletin istemi çerçevesinde kır alanındaki silahlı militanları kendi tabiriyle; ”Sınır dışına” çıkarması, benim tabirimle Kandil’e çıkarması, savaşın pratik zemininin tasfiyesine ilişkin diğer bir olgudur. Kuzey halkından ve coğrafyasından koparılarak Kandil’e sıkıştırılma süreci bu şekilde başlatılmış ve başarılmıştır. Devletin beklentileri ve isteği çerçevesinde denetim altında çalıştığını ve samimi olduğunu göstermek ve savaşı tasfiye etmenin diğer bir pratik adımını atarak samimiyetine inandırmak için Kandil’e çekmiştir. Bu süreçle birlikte, silahlı militan yapının 15 yıl boyunca kendi kontrolü altında tuttuğu ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kendi güçleriyle giremediği / yerleşemediği alanlara girdi, yerleşti. Bu çerçevede arazi ve coğrafyanın kontrol ve denetimi de devletin eline bırakıldı. Devletin doldurması için yaratılan boşluk bu şekliyle devlet kadroları ve kurumlarınca dolduruldu. Bu yolla devlet 15 yıl boyunca giremediği bütün alanlara ( özellikle kır alanları ile dağların stratejik noktalarına ) karakollarını inşa etmeye başladı. Karakolların çevresine de sağlı sollu tank, biksi ve füzelerini yerleştirerek, PKK militanlarının arazide mevzilenme, yayılma ve hakim olma özelliğini ortadan kaldırdı. Devlet kırda kalmış Kürt nüfusu üzerinde de bir taraftan baskısını yoğunlaştırma imkanına kavuşurken, diğer taraftan da ilişkilerini geliştirme, yıllardır sağlayamadığı istihbarat eksikliğini giderme olanağına da kavuştu. Buna karşın PKK lojistik desteğini ve istihbarat olanağını çok büyük ölçüde kaybetmeye başladı.
Apo’cu PKK’lılar, Demokratik Cumhuriyet süreciyle birlikte, sadece şehir evlerinde değil, gittikleri köy evlerinde de istenmemeye başlandı. Kürt köylülerinin kapılarını bunlara açamaması, ya da onları evde istememeleri ile şu veya bu mağaraya lojistik destek sağlamamaları bu şekliyle genelleşti. Örgütün yetmiş bin kişilik milis gücü var iken, Apo’nun ; “Benim annem de Türk, devlet imkan verirse hizmet etmeye hazırım.” demesi ve kitlesinin en asgari beklentilerinin dahi tersine; Teslimiyetçi, işbirlikçi ve zavallı bir duruş ortaya koyması ile ideolojik politik açıdan kendini inkar çizgisini geliştirmesi ve savaş değerlerini tasfiye çerçevesinde yozlaştırarak tukaka etmeleri sonrasında ise, milis yapı da tümden dağılmış oldu.
Ortaya çıkan yeni durum, genelde köylü olan milis yapıda kandırılmışlık düşüncesi ile inançsızlığı ve hiçliği geliştirdiğinden, gösterilen büyük hedefler için katlandıkları ağır zulüm, imha ve işkencelerin gerekçelerini ortadan kaldırdı. Mücadele gerekçe ve hedefleri ortadan kaldırılan bu kesimler de söz konusu sebeplerle kopuş sürecine girdi. Liderin ajan pratik ve duruş çerçevesinde bir işbirlikçi olduğunun ortaya çıkması, buna rağmen örgütün bir tarikat olarak onu izlemesi, bunların kendini devletin temel referanslarında tanımlaması karşısında , Milisler de; bir bölümüyle dağılırken, diğer bölümüyle ise ajanlaştı. Lider ve devletin ideolojik politik açıdan iç içe geçmesi ve örgütün de liderini takip etmesi neticesinde, milis yapısının da hızla devletin içine geçmesine ya da kendisini dağıtarak politikanın dışına atmasına yol açtı.
İşbirlikçi çizgi çerçevesinde; “Tarihte stratejik müttefiktik, stratejik müttefikliği yeniden başlatalım. Biz, siz diye bir şey yoktur. Artık sadece biz varız. Biz Türkiye’liyiz.” söylemi sonrasında, geçmişte bir karakola gitmeyi ya da bir güvenlik görevlisiyle konuşmayı dahi; “Ajanlık ve suç” olarak değerlendirip teşhir eden demokratik cumhuriyetçiler, herhangi bir güvenlik görevlisi veya istihbaratçıyla diyalog ve dostluk kurmayı değişen ideoloji ve siyasetlerinin zorunlu bir sonucu olarak görmeye başladılar. İstihbaratçılar ve güvenlik görevlileriyle en fazla iç içe olanlar demokratik cumhuriyet süreciyle birlikte PKK’lı ve Apo’cu Kürtlerdir. Bu Kürtler, Demokratik Cumhuriyet ideoloji ve siyasetini hiç anlamasa da, örgütü izlemektedir. Bunlar Kürt toplumu içinde tortuyu oluşturur. Bugün itibariyle hala bakiyelerinde kalan milisler ise, oran olarak geçmişe nazaran fazlasıyla marjinal olan, kaderci ve duygusal bir azınlıktır.
Sonuç itibariyle PKK; arazinin yanında , kırın kitle desteğini de, milisini de kaybetmiş oldu. Bu durum askeri yapının lojistik ve istihbarat desteğini de kaybetmesine yol açtı. Ortaya çıkan bu hususlar, aynı zamanda savaş iradesinin kırılmasına, psikolojik üstünlük ve motivasyon kaybedilmesine, rotasızlaşmaya, hedefsiz çizgi temelinde kopma, dağılma ve yozlaşma sürecinin başlamasına, bütün ölçüsüzlükler içinde moral değerlerin hiçleşmesine, ideolojik ve tarihsel bilincin kirletilip boşaltılmasına yol açtı.
Daha önce ; ”Eylemim ne içindir ? ” sorusunu soran herhangi bir militan, kendi kafasında hemen bunun cevabını üretirken, gelinen nokta ve değerlerde ise, aynı soru yanıtsız kaldığı için, savaşın hedefsiz ve amaçsız olduğu inancına ulaştılar. Ya da mevcut ideolojik politik inançları ile değer yargı sistemleri ikircikli ve başkalaşıma uğramış duruma getirildi. Bu durum, örgütün üzerinde etkili olduğu kır ve şehir kitlesinin de bir bölümünün devletin statüko ve anlayışına uygun şekilde düzenlenmesine, diğer bir kesimin her şeye tümden suskun kalacak şekilde kendisini gizli ve küsmüş muhalif olarak kenara atıp dağılmasına yol açtı. 1999 yılı başına kadar PKK’nın kır alanlındaki silahlı militan sayısı on bin civarında iken, ideolojik politik açıdan ortaya çıkan kendi inkar olgusu ile yaşam ve bedel ödeme nedenlerine sırt çevirmenin doğurduğu amaçsızlık ve boşluk karşısında ise, büyük ölçüde kopup dağılarak, devlete kaçarak, kenara çekilerek ve bir açıdan tasfiye edilerek 3000 - 4000 kişiye düşmüş oldu. Yani militanların yarısından fazlası kuzeyde, güneyde, güneybatıda, doğuda veya çeşitli ülkelerde kopmuş oldu. Kimi militanlar ise iş birlikçi çizgiyi sindiremedikleri için Apo'culuktan kaynaklanan komploculukla öldürülerek tasfiye edildi. En önemli olgulardan bir diğeri ise Demokratik Cumhuriyet süreciyle birlikte örgütten kaçmaların ve devlete sığınmaların en hat safaya ulaşmış olmasıdır. Bakiyede kalanlar ise, büyük ölçüde militan ruh ve kişiliği kaybetmek durumunda kalan, amaçsız bırakıldıklarının farkında olan ve bu nedenle sadece ölmemek için silah taşıyan ya da Demokratik Cumhuriyetçiliğin değerleri yerine geçmişin değerlerinde yaşayan bireylerdir.
Devletin istemi ve Apo’nun çağrısı üzerine; PKK askeri yapısının Kandil’e çekilmesi sürecinde, sadece gidiş güzergahlarında 500 kişilik bir kayıp verildi. Bu süreci yaşayan militanların önemi bir bölümü, tarikat sisteminin bir müridi durumuna getirilmiş olmasına rağmen , katledilen 500 arkadaşlarının akan kanında tasfiye ve katliama götürüldüklerini gördü. Her şeye rağmen, Demokratik Cumhuriyetçi PKK’nın bakiyesinde kalan militanlar ise, Apo’nun duruş ve anlayışı ile örgüt üst kademesinin aynı anlayışı esas alması sonrasında gerçekleşen bütün olgular, bunların, uzaktan taciz ateşi ve uzaktan mayın patlatma dışında, eylem çeşitliliğini sağlama imkanını ortadan kaldırdı. Sonuç itibariyle işbirlikçileşen, amaçsız ve hedefsiz hale getirilerek devletin denetimi altına alınan savaşa paralel olarak bunun bir yansıması olan ve devletin 1963 yılında Avrupa Birliği’ne girme halinde gerçekleştireceği dil ve kültür haklarının sağlanması taahhüdüne dayanan işbirlikçi ve gerici bir “barış” anlayışı ortaya çıktı. İşbirlikçi ve gerici her savaşın, barışının da işbirlikçi ve geri olacağı olgusal şekilde ortaya çıkmış oldu.
Savaş ve barış ; bir halkın uğruna bedel ödediği hedef ve amaçlarını gerçekleştirmeyi esas almış ise devrimcidir.
Bu amaç hedeflere yönelmeyen her savaş ve barış ; gerici ve işbirlikçidir. Bu nedenle Apo’nun ve PKK’nın Demokratik Cumhuriyetçi savaşını da, buna paralel olan işbirlikçi barışını da red ediyoruz. 1970’lerde yeniden sinerji ve enerji kazanmış ve yeni bir kuşak ortaya çıkarmış Kürt ulusunun mücadele dinamiklerinin, gelişen tepkinin, yeni kuşağın enerjisinin denetim altında en üst noktaya çıkarılırken, diğer bütün alternatiflerin devletle birlikte tasfiye edilmesi ve “ Kemalizm alternatif tanımaz ! ” yaklaşımı içinde, Kürtlerin alternatifsiz ve siyasetsiz bir duruma sokularak, siyaset ile ilgilenmeye dahi tövbe edecek duruma getirilmek istenmesine dayanan karanlık tasfiyeciliğin final kısmı bu şekilde oynanmıştır/oynanmaktadır.
Bütün bunlara rağmen, Apo ve ardılları ; “Komployu boşa çıkardıklarını” bir zafer edası içinde söyleyebilmektedirler. Ortada bir zafer varsa, bu Piros zaferi olmalıdır. Romalı komutan Piros, girdiği meydan savaşından bütün askerlerini kaybederek ve savaş alanından at sırtında kaçıp Roma’ya dönerek, sadece kendi kurtuluşunu sağlamış olmasına rağmen, yaşadığını bir zafer olarak yansıtmaktaydı. Apo’nun kendini yaşatabilmek için Kürtlere ait olan her şeyi tüketmesi ve tükettirmesi yanında, ulusumuza oynanan komplonun bir parçasıdır veya bir parçasına dönüştürülmüş haldedir. Sonuç itibariyle Apo, İmralı'da devletin doğrudan denetim ve kontrolü altında çalıştırılana kadar dengede olan savaş, Demokratik Cumhuriyet süreciyle birlikte, devlet tarafından söz konusu işbirlikçinin zayıf, düşkün, korkak, iş birlikçi ve kimliksiz duruşunda kazanılmaya başlanmıştır. Savaştaki denge Apo’nun zayıf kişiliğinde korkak ruhsal yapısında ve işbirlikçi düşünce ile emellerinde Türk genel kurmayı lehine kırılmıştır.
Dünya tarihinin ilk gerilla savaşı ; ( düzen dışı savaş veya asimetrik savaş da diyebiliriz ) Kenefon’un Anabasis adlı eserinden çıkarılabileceği gibi Latince söylenişiyle Kardokhilerin ( Kürtlerin ), Kardohia’da Makedon kralı İskender’in birliklerine karşı M.Ö. 4. yüzyılda meydan savaşını kaybettikten sonra başlattıkları savaştır. Yaklaşık 2400 yıldır en büyük teknolojik ve askeri güçlere karşı dahi düzen dışı savaş yürütenler yenilmemişken, ajan pratik içerisinde bulunan işbirlikçi, tasfiyeci kozmopolitist ve komformist Apo'nun kişiliğinde, PKK’nın askeri açıdan yenilgi ve çözülme sürecine sokulduğu aşikardır. Türk Genel Kurmayı, Apo’yu kullanmanın ve bu kişinin kültünü de örgütüne ve örgütünü de Kürtlere karşı kullanabilme karşılığında sürecin başaranı haline gelmiştir. PKK’nın ne zaman ateşkes ilan edeceği veya konjüktürel olarak ne zaman yeniden silahları patlatacağı dahi devletin Apo’ya açtırdığı telefonlar ya da avukatlar kullanılarak, Apo tarafından verdirilen talimatlarla gerçekleştirilmektedir. Demokratik Cumhuriyetçi PKK’nın demokratik cumhuriyet adı altındaki ideolojisi ve siyaseti dahi devletin resmi ideolojisi olan Kemalizm ve Kürdistan üzerindeki sömürge statükosu esas alınarak , devletin temel temsilcisi olan Türk ordusu tarafından oluşturulduktan sonra, Abdullah Öcalan efendinin ağzıyla PKK’ya ve PKK’nın kurum ve mekanizmaları aracılığıyla da Kürtlere götürülmektedir. Dış Kemalizmin aynı zamanda iç Kemalizm olarak yaratılıp güncelleştirilerek Kürdistan halkında götürülmesi ya da dayatılması süreci bu şekilde başlatılmıştır. İdeolojik ( teorik ), politik ( pratik ), diplomatik ve askeri açıdan PKK’nın siyasette çizgi bağımsızlığı ve hareket özgürlüğü ortadan kaldırılmıştır. Kürdistan tarihinin ve siyasal mücadelesinin temel referansları ile dayanakları her süreçte Türk devletinin tek partisi olan ve her zaman iktidarda olan ordusu tarafından ret ve inkar edilmişti.
Demokratik Cumhuriyetçilik ; bu dış ret ve inkar yanında , kendilerini Kürt siyasal mücadelesinin temsilcisi olarak yansıtan bir lider paçavrası ile tarikata dönüştürülen örgütü aracılığıyla Kürtler içerisinde savunulup dayatılmasıdır. Sömürgeci devletlerin resmi ideolojileri ile sömürgeci statükonun yeniden üretilerek devamına dayanan temel referanslarının tarihte ilk kez örgütsel ve siyasal anlamda içeriden savunulması süreci demokratik cumhuriyetçi PKK ve Apo efendiyle başlamaktadır. Dış Kemalizm yanında iç Kemalizm ( Kürdi motifli Kemalizm ve İttihatçılık ) bütün araçlarla Kürdistan’a ve Kürt ulusuna dayatılarak, bunu kabul edip yaşama dışında bir alternatifin ve çözümün olmayacağı, adeta tarihin sonuna gelindiği kabul ettirilmek istenmektedir.
Sonuç itibariyle dünya tarihinde ilk kez bir düzen dışı düşük yoğunluklu savaş örgütünün yenilgi sürecine sokulabildiğini görebiliyoruz. Bunun dünya tarihinde ilk ve tek olması, sadece Apo’nun sistemi ve yakalanma sonrasında doğrudan denetim altına alınarak kültünün örgütüne karşı kullanılması ve bu kişinin kişiliğinde yenilgi yaratılması çerçevesinde değerlendirilmesi mümkündür. Apo doğrudan denetim altına alınmakla PKK ve PKK militan yapısının düzen dışı savaşı da denetim ve yönlendirme altına alınmıştır. PKK’nın dillendirdiği savaş da barış da devletin kendi savaş ve barışı durumundadır. 1970’li yıllardan itibaren sinerji ve enerji kazanan Kürt halkının yeni kuşağıyla bütün enerji ve tepkisinin denetim altında en üst noktaya çıkartılarak, denetim altında boşluğa bırakılması ve bu yolla bütün dinamiklerin parçalanarak dağıtılması ile hiçlik ve boşluğun geliştirilmesi ve 70’li yıllarda istisna tutulabilecek bir örgüt hariç bütün örgütler tarafından savunulan asimetrik savaş yönteminin ihtiyaç olmaktan çıkarılarak tüketilmesi, daha doğrusu buna tövbe ettirilmesi sağlanmış olmaktadır.
Türk ordusu ve istihbaratı Abdullah Öcalan, karısı Kesire Yıldırım, Şahin Dönmez ve pilot Necati Kaya aracılığıyla PKK içerisinde kendi çizgisini hakim kılmakla bu örgütü Kürtlerin tarihsel ve siyasal ihtiyaçlarını tüketme ve bitirme örgütüne dönüştürmüştür. Apo, Kesire Yıldırım, pilot Necati ve Şahin Dönmez’in çizgisi hem devletin yaptığı hem de kendisinin içeride gerçekleştirdiği iç tasfiye ve katliamlarla kendisini alternatifsiz hale getirdikten sonra demokratik cumhuriyetçilik adı altında kendisini perde önüne vurarak açıkça oynamaya başlamıştır. Bugünkü PKK merkez komiteleri ve başkanlık konseyi üyeleriyle demokratik cumhuriyetçilerin legal kurumlarındaki bütün yönetici ve temsilciler bu işbirlikçi ve tasfiyeci çizginin birer elemanı ya da figürandır.Bu çizgi karşısında bulunan ikinci çizgi ise M.Doğan, M.Karasungur, H.Karer, M.Korkmaz, H.Durmuş, R.Altınok, D.Yıldırım, D.Şener’lerin temsil ettiği ve çeşitli süreçlerle tasfiye edilip bastırılan çizgidir.
PKK’nın bir tarihi var ise demokratik cumhuriyetçilerin ve Apo’nun yönlendirme ve yalanlarına göre değil, bu iki çizginin ideolojik ve pratik konumlanışına göre, yeniden yazılmak zorundadır. Apo, Kesire Yıldırım, pilot Necati ve Şahin Dönmez’in çizgisi Kemalist bir çizgi olarak sistemiyle birlikte, PKK içinde iktidardadır. Bu çizgi devletin ve Kemalizm’in iktidar, kontrol, denetim ve yönlendirme çizgisidir. 1999 yılından bu yana açık oynamaktadır. Bu çizgi ve sistem terk edilip tasfiye edilmeksizin genel kurmay ve istihbarata bağlı Apo’nun aracılığıyla örgütü Demokratik Cumhuriyetçi PKK’nın askeri anlamda dahi Kürtlere ve özellikle Güney Kürdistan ve Doğu Kürdistan güçlerine karşı çeşitli saldırılarda kullanılması da mümkündür. Devletin askeri kanadıyla Apo’nun amacı bunu sağlamaktır. Bu saldırılarla iç istikrarsızlık yaratılması ve Kürtler açısından konjüktürel anlamda daha uygun hale gelen bu uluslararası konjüktürde dahi, herhangi bir sonuç alınmaması için kullanmayı tercih edeceklerdir. Türk ordusunun toplam askeri gücünün üçte birini, Doğu ve Güney Kürdistan sınırına yığması, PKK’yı tamamıyla bir bahane olarak kullanmasıdır. Gerçekte asgari düzeyi bölgesel bir savaşa ve azami düzeyi 3.Dünya savaşı olan bu süreçte, kendi pozisyonunu alma, uygun uluslar arası konjüktür ortaya çıktığında Güneye ve Doğuya yerleşme, Doğuda Azerileri Kürtlere saldırtma , Güneyde ise Arapları saldırtarak, Türkmenleri kullanarak, Kürdistan’ı istikrarsızlaştırma , Lozan’ın dayanağı olduğu sömürge sistemini ayakta tutabilmek için İran ve Suriye rejimlerine güç verme çabasıdır.
Apo’nun, Türk ordusuna ve PKK’ya yönelik olarak güney Kürdistan’lı güçlere saldırılması için çağrılar yapması ile 9 yıllık ideolojik politik argümanları bu anlayışın ve ajan pratiğin göstergesidir. İran Safevi Devleti ve Osmanlı İmparatorluğu arasındaki bütün savaşlarda, iki devlet arasında bölünüp saflaşarak öncü birlik olarak savaşan ve işbirlikçi Kürt ağalarının yönlendirmeleri altında bulunan Kürt kesimleridir. Kendi adlarına ve çıkarlarına değil, başkalarının ad ve çıkarlarına ve kendi ülkelerinin zemininde savaşan ve mahiyetlerindekileri yanlış yönlendiren bu işbirlikçi Kürt ağaları, her süreçte Kürdistan ve Kürt halkının imhadan geçmesine ve savaşları kim kazanırsa kazansın, bütün zamanların kaybedeni olmaya neden olmuşlardır. O zaman da, kendi ülkeleri ve hakları adına özne olarak tarih ve değer yaratmanın yerine, başkalarının yaratıp tarafı olduğu tarihin bir figüranı ve nesnesi olmuşlardır. Demokratik Cumhuriyet ve Apo’yla birlikte bu sürecin yeniden üretilerek işletilmek istendiği görülmektedir.
Demokratik Cumhuriyetçilik ve Apo’nun sistemi reddedilmeksizin, Demokratik Cumhuriyetçilerin alanda marjinal güçlerle kalmaları dahi mümkün olmayacaktır. Demokratik Cumhuriyetçilik Kürt ulusu ve ülkesiyle iktidar hakkına yönelen bir tasfiyecilik olduğu ölçüde, bunların örgütünü de tümden tasfiye sürecine sokacak bir konsepttir.
Demokratik Cumhuriyetçiliğin İdeolojik politik sonuçları açısından bakıldığında ; İttihat-ı Terakki’nin devamı ve kendisi olan Kemalizm’in temel referanslarının esas alındığı , buna karşın Kürt ulusallığını temel referanslarının inkarına gidildiği aşikardır. Selanik , sadece İttihatçı Türkçülerin değil , aynı zamanda Masonların ve Sabataycıların da bir merkeziydi.
Osmanlı imparatorluğu’nun son dönemi itibariyle devlet yapılanmasında ; Türkçülük, Masonluk ve Sabataycılık gerek geçmişte , gerekse bugün iç içedir, geçişlidir, saç ağı gibidir. Masonlar Sabataydır, Türkçüdür ( İttihatçı ve Kemalisttir ). Aynı şekilde Türkçüler de ( İttihatçı ve Kemalistler de ) Mason ve Sabataydır. Osmanlıda arta kalan üzerinde kurulan Türkiye, Türkçü - Sabataycı - Masonik bir devlet kuruluşu ve yapılanmasıdır. İttihat-ı Terakki, Genç Türkler ( Jön Türkler ) adıyla ortaya çıktığı süreçte, Osmanlı İmparatorluğu’nun idaresi altındaki bütün sömürge topraklarını elde tutabilmek ve statükoyu devam ettirmek açısından , Osmanlılık ilkesini esas almaktaydı. Ancak Balkanlar’ın kopmasından sonra, Osmanlılık ilkesi yerine, İslamlık ilkesi esas alınmaya başlandı. Arabistan’ın kopmasından sonra ise, ağırlıklı olarak Türkçülük esas alınmaya başlandı.
Günümüzde ise teknoloji ve iletişim araçlarının dünyayı oldukça küçültmesi ve dünyanın koşulları hakkında en ücra köydeki kişinin dahi bilgi sahibi olması, 1991’den itibaren Lozan statükosunun ( sömürgeci statükonun ) Güneyde çatırdama sürecine girmesi ile Kürt halkının kendi hakları için verdiği mücadelenin doğurduğu zorlamalar yanın, Türk Devleti’nin 1963’ten bu yana Avrupa Birliği’ne girmek için vermiş olduğu uluslararası taahhütlerin gereklilikleri birlikte düşünüldüğünde ; Türkçülük ilkesi yerine, Türkiyelilik ilkesinin geçirilmeksizin , sömürgeci statükonun devam ettirilemeyeceğini göstermekteydi. Bu çerçevede kullanılmaya açık, korkak , zavallı ve teorik düzeyde de yüzeysel olan Apo adlı kişinin diline statükonun koruyucusu ve savunucusu olan Genel Kurmay tarafından , ”Türkiyelilik” kavramı pelesenk edildi.
Devletin İttihatçı Kemalist çizgisinin gelişim evrelerinin ( aşamalarının ) ne olabileceği düşünüldüğü zaman ; Osmanlılık - İslamlık - Türkislamlık - Türkçülük - Türkiyelilik çizgisi olduğu ortaya çıkmaktadır.
Apo efendi de avukatlarıyla yaptığı görüşme notlarında ; “Türk milliyetçiliğinde İttihat ve Terakki birinci aşamayı , Mustafa Kemal ve Kemalizm ikinci aşamayı, ben ve Demokratik Cumhuriyetçilik ise, üçüncü aşamayı oluşturuyoruz. Kemalizm’i güncelleştirmeye çalışıyorum. Devleti güçlendirmek gerekir.” demektedir.
Devletin mevcut çizgisi ile Apo’nun söylemleri ve tarikat durumuna düşürdüğü örgütü PKK’ya verdiği talimatlar ; İttihatçı Kemalist çizginin tasfiyeci ve işbirlikçi bir memuru olarak çalıştırıldığını ve ideolojik politik inkar sürecinin tamamlandığını göstermektedir.
Demokratik Cumhuriyetçilik anlayışı çerçevesinde Kürt ulusunun Türkiye’nin şemsiyesi altında bir alt kimlik olarak tanımlanması ve sorunun bu alt kimliğin tanınması, dil ve kültür hakkının yasal açıdan serbest bırakılması neticesinde çözüleceğinin de Apo ve şürekası tarafından ileri sürülmesi ile birlikte ; Kürdistan ülkesi , ulusal kurumsallaşma ( ulus olma ) ve kendi topraklarında iktidarlaşarak dünya uluslarıyla hak eşitliğini sağlama hedef ve özlemleri satılmış olmaktadır. Apo ve ardılları durumunda olan bütün Demokratik Cumhuriyetçiler, devlet yanında saf tutmuş birer tellal niteliğindedir.
Abdullah Öcalan, savcılık ve mahkemedeki ifadelerinde, Sümer Rahip Devletinden Halk Cumhuriyetine Doğru, adlı kitabında ve avukatlarla görüşme notlarında, şu cümleleri ısrarla tekrar etmektedir ; “Ben Atatürk kültür milliyetçisiyim. Atatürk milliyetçiliği bir kültür milliyetçiliğidir. Atatürk’te bir kültür milliyetçisidir. Mustafa Kemal ilericidir. Devlet olgundur. Kürt ayaklanmaları ( Şeyh Sait , Seyit Rıza , Şeyh Ubeydullah , Şeyh Mahmut Berzenci vs ) gericidir. Kürdistan’ı bir sözcük olarak kullandım. Türkiyelilik esastır. Bağımsızlık , konfederasyon, federasyon, özerklik istemiyoruz, gerekli de değildir. Dil ve kültür hakları tanınsın, bir af çıkarılsın yeterlidir… Kürt Türk ittifakı tarihte stratejiktir. Anadolu kapılarını Alparslan ve Türklere biz açtık. Yavuz Sultan Selim döneminde Doğuya açılmalarını sağladık, Kurtuluş Savaşı ve Mustafa Kemal ile birlikte devleti birlikte kurduk. Yeniden bu stratejik müttefiklik ilişkisini kurmalıyız.“ demektedir. Bu cümleler çerçevesinde PKK yeni programını oluşturmakla, ideolojik politik inkar ve devletin bütün ideolojik referanslarını esas alma sürecinden geçmiş oldu. Apo, devrimciliğinden kuşku duyulmayan ve bugünkü aidiyet ile varlığımızın temelini oluşturan Kürt ulusal ayaklanmalarını, diğer ulusların ret ve inkarına dayalı faşist, sömürgeci bir ideolojik politik çizgi olan Kemalizm’e karşı dahi gerici olarak mahkum etmeye çalışılırken, özü itibariyle gerek tarihte, gerekse günümüzdeki bütün Kürt mücadelesini mahkum etmeye çalışılmakta ve Kürtler kendi tarihinden koparılarak, sömürgeci devletlerin tarihleri üzerine oturtulmak istenmektedir. Bu anlamda, Demokratik Cumhuriyetçilik köksüzleştirme konseptidir. Tarihinden ve toplumsallığından koparma ve çıkarma çizgisidir. Bu yolla Kürtler, sömürgeci devletlerin tarihlerinin bir parçasına dönüştürülmek istenmektedir. Kendi tarih ve mücadeleleri anlamsızlaştırılmak istenmektedir. Her tarih yorumu, ideolojinin kalp vurumuna göredir. Apo’nun tarih yorumları, Kemalist ideoloji çerçevesinde gerçekleşen ideolojik inkar ve yozlaşmanın bir göstergesi ile sonucudur.
İdeolojik inkar ve başkalaşma ; tarihsel inkara götürmektedir. İdeolojik ve tarihsel inkar ise ; ulusun , ülkenin ve iktidar hakkının inkarını doğurmaktadır.
Apo’nun ve Demokratik Cumhuriyetçi PKK’nın , Kemalizm’in Kürt motifli işbirlikçi yorumunda dile getirilenlerin tersine; Şeyh Mahmut Berzenci, Şeyh Seit Rıza, Şeyh Ubeydullah, Qazi Muhammed, Molla Mustafa Barzani gibi ulusal liderlerin adlarında tanımlanan ulusal ayaklanmalarımız, tarihimizin en devrimci ve en anlamlı parçasıdır. Ulusal ayaklanmalara liderlik edenlerin yarattıkları değerler ve uğruna can verdikleri hedefleri sahiplenmek, her namuslu Kürdistan yurtseveri ve devrimcisinin görevidir. Bu ulusal ayaklanmalar olmaksızın, Kürt aidiyetinden bahsedilemezdi. Bütün imha, inkar ve asimilasyonist politikalara rağmen, hala bir Kürt ulusal aidiyetinden bahsedilebiliyorsa ve hala Kürdistan sorunu ve Kürdistan ülkesi iddiası taşınabiliyorsa, bunu ulusal ayaklanmalarımıza borçluyuz.
Bu ulusal ayaklanmalar ; milli benliğimizi ve siyasi hedefimizi ölümden kurtarıp canlı tutmuştur. Bugünkü varlığımızın bir etmeni bu ulusal ayaklanmalardır, diğeri ise Kürtlerin kadim ve temel bir kültür ile uygarlığın yaratıcısı olmasıdır. Büyük, temel ve kadim kültür ve uygarlıkların her şeye rağmen kolay eritilemedikleri bilinmektedir. Bu iki unsurun yokluğu halinde , bugün için en fazla Lazların durumunda olurduk. Lazlar ayrı bir millet olmakla birlikte, bugün için bütünü ile asimle olmuş durumdadırlar. Lazlarda, Lazcayı konuşabilenler veya hatırlayanlar sadece 60 - 70 yaş civarındaki kesimdir. Diğer Lazlar ise gırtlak yapıları uymasa da , sadece Türkçe bilmektedir. Bunun temel bir nedeni milli benliklerini sıcak tutan ve aidiyetlerini koruyan ulusal ayaklanmalarının olmaması ve daha kolay yutulamayan temel bir kültür ve uygarlığın sahibi olmamalarıdır. 28 Kürt ayaklanmasının ideolojik ve felsefi bir içerikten yoksun olduğu ve Türkik - Masonik - Sabataycı kadroların geliştirdiği faşist ideoloji Kemalizm karşısında gerici bir anlayışa sahip oldukları hususundaki Apo’cu söylem, Türk Devleti’nin 80 yıllık resmi ideolojisi ve politikasının, Apo’ya söyletilmiş olmasından başkaca bir şey değildir.
Türk devletiyle bu devletin tamamı olan ordusunun bir işbirlikçisi dışında hiçbir şey olmayan TKP’nin şefi Şefik Hüsnü’de, Kemalizm’in bu argümanını ikinci enternasyonalde tekrar ederek ; “Şeyh Sait ayaklanması gericidir, Emperyalizm’in işbirlikçisidir.” demişti.
İsmet İnönü’nün, Hatıralar adlı kitabı incelendiğinde ; “Bütün araştırmalarımıza rağmen, Şeyh Sait ayaklanmasının dış bağlantısını ( Emperyalizm’le ilişkisini ) saptayamadık.” demektedir. Tersine Kürt ayaklanmacılarını kontrol ve imha sürecine götürebilmek için, Kemalist devlete yardım eden ve uçaklarıyla Türk askerlerini ayaklanmacıların çevresini kuşatmak üzere taşıyan Emperyalist devletlerdir. Kapitalizm koşullarında ortaya çıkan ulusal bir ayaklanmanın, sömürgeci kapitalist devlet ile çelişkisi olan diğer sermayedar devletler arasındaki çelişkilerden yararlanması dahi, bir ayaklanmanın yurtsever devrimci niteliğini gölgelemez.
Toplum filozofu ve medrese aydını olan Kürt milliyetçisi Ehmede Xani’nin Mem u Zin adlı mesnevisinde ; Kürt milletinin ve Kürdistan’ın maruz kaldığı zulümleri sorguladıktan sonra, bu duruma son vermenin bir çözüm yolu olarak birbirine itaat ve birliği sağlayarak güçlü bir önderin liderliğinde, kuvvetli bir örgütlenmeyle kendi topraklarında devletleşmenin çözümü olarak ortaya konulduğu bilinmektedir.
Ehmede Xani’nin öncülleri olarak saydığı Melaye Ciziri’nin Divan adlı şiir kitabında ; Oğuz ve Moğolların Kürdistan’a saldırısına karşı şiirlerini protest bir ok niteliğinde kullanarak, vatan savunması yaptığını bilmekteyiz. Tarihte gerçekleşen 28 Kürt ayaklanmasının liderleri durumunda olan Şeyh, Gazi, Seyit ve Molla ünvanlı olup 28 Kürt ayaklanmasına önderlik edenler birer medrese aydınıdır, milli çizgileri ile yurtseverliklerinin temelinde Ehmede Xani gibi yurtsever Kürdistan’lı düşünürlerin teorik analizleri bulunmaktadır.
Teorik düzeyde devlet arayışının ve zulümden kurtuluşu pratiğini veren Kürdistan’lı medrese aydınlarının gerçekleştirdiği 28 Kürt ayaklanması : ulusal ve devrimci bir anlayışa sahiptir. Bu ulusal ayaklanmalarının bütünü diğer dünya halklarıyla tam hak eşitliğine sahip olmayı , ulusal topraklarının sahibi haline gelmeyi, kendi kendini ulusal toprakları üzerinde yönetmeyi, sömürgecilik ve zulümden kurtulmayı hedeflemiştir. Bir uşak haline gelmeden ve uşaklığın penceresinden tarihe ve dünyaya bakmadan mazlum bir halkın ağırlıklı olarak yoksul köylüyle yürüttüğü ulusal kurtuluş mücadelelerini faşist sömürgeci statüko ve bunun Kemalist çizgisi karşısında gerici olarak tanımlamak mümkün değildir. Kürt ulusunun yaşadığı büyük soykırım ve acıların kaynağında bu ulusal ayaklanmaların başarıya ulaşmaması ve eklemlenmiş gericilik olan Kemalizm’in tasfiye edilmesi gerekirken, kurumsallaşmış olmasıdır. Kemalizm’i yeniden üreterek güncelleştirmek, çeşitli dayanaklara kavuşturmak, devrimcilik değil, uşaklıktır. Kürt ulusalcılığı bugün için inkar ile yozlaştırılmayı değil, takip ettirilerek modernize edilmeyi gerektirmektedir. Tarihsel ve toplumsal ihtiyacımız bunu gerektirmektedir.
Biz yurtsever devrimci bir çizgide, Kürdistan uluslaşmasını modernize ediyoruz. Xani’nin, ulusal ayaklanmalarımıza teorik temel teşkil eden ulusal çizgisi bugün için modernize edilmeyi gerektirse dahi, Apo’nun ve diğer Demokratik Cumhuriyetçi lerin bütün ulusal değerlerin inkarına ve işbirlikçiliğine dayanan çizgi ve söylemleri karşısında, karşılaştırma yapmayı gerektirmeyecek kadar devrimcidir. Apo efendinin “Atatürk Kültür milliyetçisiyim, ben ve Demokratik Cumhuriyetçilik Türk milliyetçiliğinde üçüncü aşamayı oluşturuyoruz. Kemalizm’i güncelleştirmeye çalışıyorum.
Devletin güçlendirilmesi lazım.” demesi, ancak bugün dahi mazlum Kürt ulusunun kendi topraklarında ülkesini kurup kendi iktidarında yaşama özlemini esas alanları ise ; “İlkel milliyetçi.” şeklinde aşağılamaya yönelmesi , sadece işbirlikçi, gerici ve iğrenç konumunu göstermektedir. Ezen ulus milliyetçiliğinin işbirlikçi bir hizmetkarı olarak çalışan Apo’nun, ezilen ulusun milliyetçiliğini teşhir etmeye yönelmesi statükonun korunması ihtiyacından kaynaklanmakta dır. Ezilen ulusun ulusalcılığının temsilcisi olan Kürtler, herhangi bir milletin kolektif kimliğinin inkarına, ulusal topraklarının ve ülkelerinin gasp edilmesine ve eşitlik hakkı olan iktidarını kurma ve kurumsallaştırma hakkının ortadan kaldırılmasına yönelik değildir. Tam tersine bu çerçevede kurulmuş olan ve orta doğudaki milliyetlerin insanlığına yabancılaşması sonucunu doğuran faşist sömürgeci statükonun ortadan kaldırılmasına, kurumsal düzeyde eşitliğin sağlanmasına ve kendi ulusal topraklarının sahibi olmaya dönüktür. Bu nedenle her Kürdistan yurtseveri ve bütün Kürt ulusalcıları devrimci rol oynamaktadır. Buna karşın faşist sömürgeci statükoyu, inkar, imha ve asimilasyonu sürdürmeye dönük olan sömürgeci devletlerin milliyetçiliği olan Kemalizm ve Baasizm, ve İran fundamantalizmi gibi totaliter, kokuşmuş, insanlık dışı, soykırımcı ideolojik politik anlayışlar ise, bütün gericiliklerin ve zulümlerin kaynağıdırlar. Apo efendinin Kemalizm’e şu veya bu şekilde methiyeler yazması, devletle birlikte yürüttükleri ortak çalışmada, Türk faşizminin ideolojik adı olan Kemalizm'i güncelleştirse de, bu ideolojiyi değerleriyle birlikte temizlememektedir.
Kürtlerin iktidar arayışını ; ”İktidar hastalığı” şeklinde aşağılayan Apo efendinin, “Kemalizm’i güncelleştirmek ve devleti güçlendirmeye çalışmak” söylem ve çizgisi ile Kürt ulusunu boğazlayan Kemalist devlet iktidarının kendini yeniden yaratması ve güçlendirmesi için bir hizmetkar olarak çalıştığını göstermektedir. Bu da Apo ve Demokratik Cumhuriyetçilerin faşist sömürgeci Türk Devleti’nin piyonu durumuna getirildiklerini göstermektedir.
Özgürleşmesini her ulus gibi topraklarında ulusal iktidarlaşmada gören Kürt ulusunun iktidar arayışını ; “İktidar hastalığı” şeklinde aşağılayıp tüketmeye çalışan Apo efendinin, PKK aracılığıyla kurduğu kişisel iktidarını tutukluluk halinde dahi, ısrarla sürdürmek istediği de aşikardır.
Kürdistan yurtseverlik çizgisinde bulunanlar ; “İktidar hastası” ise , Apo ve Demokratik Cumhuriyetçilerin , Kürt halkına dayattıkları ise, kişisel ve partisel iktidarları nedeni ile birer iktidar psikopatı olduklarını gösterir. Apo’nun ve Demokratik Cumhuriyetçilerin söylemleri trajikomik durumlarını, işbirlikçi ve çarpık anlayışlarının bir tezahürüdür.
Ulus mücadelesi ; vatanı oluşturan toprağa bağımsızlık ve özgürlük hakkı olan iktidarlaşmaya ve ulus olma ile ulusal kurumsallaşmaya bağlıdır. Ulus mücadelesi var ise bu çerçevede vardır, ya da yoktur. Apo ve şürekası işbirlikçi konumlarıyla ordunun denetimi altındaki yönlendirmeler ile Kürdistan Ulusal Mücadelesi’nin temel çizgi ve değerlerini yok etmeye yönelmektedirler. Bunlar için ulus mücadelesi gerici, geçmişte kalmış ve gereksiz bir mücadeledir. Bu nedenle burjuva kozmopolitist ( ulusdışı ) ve konformist ( hiçbir ilke ve ölçüye uymayan ) anlayışları öne sürüp güncelleştirerek, mevcut sistem ve statüko altındaki yaşam dışında hiçbir çare olmadığını ortaya koymaya çalışmaktadırlar. Faşist sömürgeci sisteme teslim olmak ve bu sistemi bütün yönleriyle kabullenip yaşamak dışında bir çözüm ve alternatifin bulunmadığını yaymak , Demokratik Cumhuriyetçilik olmaktadır. Kemalizm, kendisi karşısındaki bütün alternatifleri bir açıdan tasfiye ederek, diğer açıdan işbirlikçileştirerek tüketme hareketinden başkaca birşey değildir.
Demokratik Cumhuriyetçilik kavramı altına geliştirilen iş birlikçilik ve uşaklık ; kendi tarihini yaratma imkan ve olanağının bulunmadığını ve bir anlamda tarihin sonuna gelindiğini öğütlemektedir. Kendi tarihini yaratamamak , sömürgecilerin mevcut tarihlerinin bir parçası ev nesnesi olmaktır.
Apo efendinin dünyadaki sömürgeciliğin en kaba ve en vahşi türünü temsil eden Kemalizm ve bir kopyası olan Baasizm ile fundamalizmin temsilcileri olan Türk, İran, Suriye ve Irak devletlerinin iktidar temsilcilerine avukatlarını göndererek ; Kürtleri ülkelerinden, ulus olmaktan ve iktidar hakkından vazgeçirmeye dönük demokratik cumhuryetçiliği dört parçada pratik yaşama aktarmak için birlikte çalışmayı önermesi, özü itibariyle Türk Genel Kurmayı'nın önerisidir. Sömürgeci devletler, Kürtlerin ülkelerini, ulusal varlıklarına duyulacak saygıyı ve iktidar olma hakkını istememeleri halinde, geri kalan hususları sömürgeci sistemleri ve kendileri açısından bir tehdit görmedikleri bilinmektedir.
Sömürgeci devletlerin inkar ve imhayla yok etmek istedikleri ve ideolojik politik açıdan yokluklarını kabul ettirmek istedikleri üç temel değer ; ülke , ulus ve siyasal iktidardır. Apo'nun 1999 yılından beri tekrar ettiği bütün safsatalar, bu üç temel değerin inkarıyla yokluğunun kabulü çalışmasıdır. Demokratik cumhuriyetçilik süreciyle birlikte ulusumuzun silinme ve tükenme sürecine götürüldüğü aşikardır.
Bu anlamda demokratik cumhuriyetçilik ve Apo'culuk ; bitme ve bitirilme konseptidir. Apo'culuk veya diğer bir söylemle Demokratik Cumhuriyetçilik Kürdistan ulusunun vazgeçilmez noktadaki bütün değerlerini ve ihtiyaçlarını tüketme hareketi olarak işlev görmektedir. Apo efendinin ve PKK’nın söylemleri çerçevesinde ortaya çıkan ideolojik politik durum , Kürtlerin ulusal mücadelesinin ve istemlerinin tasfiyesi ile sömürgeci sistemin güçlendirilerek, Kürtleri kuşatması ve yutması konseptidir. Apo’nun stratejik müttefiklik anlayışı , “Kürtleri normalleştirme” kavramı altında tarihsel ve politik bilinçlerini yozlaştırma ve boşaltma çabasıdır. Birincisi Oğuzlar ile Alparslan’ın Anadolu’ya gelişi, Kürtlerin ve diğer Mezopotamya haklarının gelişmiş yerleşik kültür ve uygarlığını tahrip edilmesidir. Mahabat Kürt Cumhuriyeti sayılmadığında, son Kürt devleti olan Mervani Kürt Devleti’nin yıkılmasına ve Kürtlerin Türk egemenlik sistemine bağlı bir köle olmasına tekabül etmektedir. Yavuz Sultan Selim’e 11 Kürt beyinin biat etmesi ve bir bölüm Kürt beyinin ise İran Safevi Devleti’ne biat etmesi Kürdistan’da tekil düzeyde zor görülen işbirlikçiliğin genelleşip kurumsallaşma sürecidir. Bu tarihten sonra Osmanlı Devleti ile İran Safevi Devleti arasındaki bütün savaşlarda Kürdistan bir tampon bölge ve koz paylaşmada da bir savaş alanıdır. Savaşı hangi taraf kazanırsa kazansın, kaybeden Kürtlerdir, yıkılan Kürdistan’dır. İmha ve katliamdan geçirilen Kürt halkıdır. Özellikle Yavuz Sultan Selim’le beraber, Kürdistan hem Osmanlı’nın hem İran Safevi Devleti’nin artı ürünü paylaşma deposudur. Kürtlerin emeğini , hayvanlarını , hayvan ürünlerini, tarım ürünlerini alıp bölüşmek ve her savaşta da öncü birliklerde bir piyon asker olarak kullanılmaları bu şekilde olmaktadır.
1918 - 1919’da Kürtlerin kendi topraklarında batılılara karşı başlattığı bir savaş vardı. Vahdettin’in talimatı ile bir İttihatçı olarak bu mücadelenin üzerine oturan ve politik kandırma ve aldatmalara dönük vaatlerde bulunan Sabataycı Mustafa, Kemal Türk iktidarına ulaştıktan sonra, hızla Kürtleri tasfiye etmeye, ret ve inkara yönelmiştir.
1921 ve 1924 anayasalarında Kürtlerin isim düzeyinden dahi geçmediği ve 1925 yılının başında Kürtçe konuşmaya para cezası getiren bir yasa ve genelge çıkarıldığı bilinmektedir. Sonuç itibariyle Kurtuluş Savaşı’da, Kürtlerin sırtında verildikten sonra, Selçuklu ve Osmanlı’daki Feodal Dönem Sömürgeciliği, kapitalist dönemin sömürgeciliği olarak kurumsallaştırılıp sürdürüldü. Bu olgulara bakıldığı zaman, Apo’nun ve PKK’nın stratejik müttefiklik ilişki ve algılayışlarını işbirlikçilik ve uşaklıktan başka bir şey olmadığı anlaşılmaktadır. Mevcut işbirlikçi ve tasfiyeci çizginin, Kemalizm ile bunun bir kopyası olan Basizm’in referansları esas alınarak, sömürgeci devletlerin ihtiyaçlarına uygun olarak şekilsel açıdan bazı Kürdi motifler katılarak oluşturulduğu görülmektedir. Kemalizm’in, Basizm’in ve Mollaizm’in içerik olarak başka bir form içinde, Kürdistan siyasal hareketi’nin içerisine taşınması, ilk kez, bu şekilde gerçekleşmektedir. Kürdistani çizgi ve Kürdistan ulusal mücadelesinin temel referansları ilk kez kendilerini Kürtlerin siyasal temsilcisi olarak yansıtanların ağzından ret ve inkara götürülebilmektedir. Bu durum da örgütsel ve genel anlamda bir ilktir.
Kemalizmin Kürt formu içinde Kürdistan topraklarına ve Kürt halkına içirilip sindirilmek istenmesi süreci ; ister istemez diğer parçalarda Molla fundamantalizminin, Esat başçılığının ve Saddam başçılığının da diyalog içinde yeniden üretimini ve ayakta tutulmasını gerektirmektedir. Sömürgeci devletlerin ülkemiz Kürdistan'ı birlikte bölüşmeleri ve sömürgeci statükoyu Kasr-ı Şirin, Seykes Pikot, Bağdat Paktı, Sento ve Cento gibi antlaşmalarla kurumsallaştırmaları , Kemalist Türk ordusunun oluşturup yanaşmacısına söylettirdiği Demokratik Cumhuriyetçilik konseptinin de var olan diyalektik ve tarihsel bağ nedeniyle zorunlu olarak 4 parçada önerilmesini ve dayatılmasını gerektirmektedir. Irak sömürgeciliğiyle Saddam Hüseyin rejimini, Suriye sömürgeciliği ile Esat rejimini ve İran sömürgeciliğiyle Molla fundamantalist rejimini ayakta tutmaya en büyük ihtiyacı duyan Türkiye sömürgeciliği ve Kemalizm'dir. Bunlar ayakta tutulmadan ideolojik politik dayanaklarıyla kendini inkar çerçevesinde Kürtler buluşturulmadan, sömürgeci Türkiye sisteminin ve Lozan konseptinin ayakta kalma ihtimalinin kalmadığı görülebilmektedir. Kürdistan ve Kürt ulusunun sürekli kuşatma altında erime ve tüketilmeye götürülmesi ve smürgeci statükonun ayakta tutulması bütün sömürgeci devletlerin ortak amaç ve hedefi olduğundan ideolojik politik anlamda içeriden truva atının yaratılmış olduğu görülmektedir. Apo'nun denetim ve talimat altında tekrar ettiği ve kendi örgütünün çizgisine dönüştürdüğü Demokratik Cumhuriyetçilik, ideolojik anlamda Kürdi Kemalizm, Kürdi Baasizm ve Kürdi Molla fundamantalizmidir. Demokratik Cumhuriyetçilik ve Demokratik konfederalizm, Komala sistemi gibi tutmadıkça yenileriyle gündemleştirilen yama kavram ve anlayışlar bu durumun ifadesidir.
Apo ve PKK’nın bağımsızlık için Kürtleri savaşa ve imhaya çekip, 4600 köyün devlet tarafından yakılıp boşaltılması, 1984’ten itibaren 200 yıllık süreçte Kürt halkının 125 bin faili meçhul adıyla isimlendirilen kundaklama, öldürme, yaralama, kaçırma ve öldürme eylemlerine maruz bırakılması, asimilasyonist politika çerçevesinde kır nüfusundan 4 milyonunun sömürge metropollerine ucuz iş gücü olarak sürülmesi, operasyonlar da ülkemizin bağ, bahçe ve ormanlık alanlarıyla tabiat örtüsünün ve hayvanların büyük yangınlarla tahrip edilmesi, sonrasında ; Apo efendinin, ekolojik denge ve ekolojik sistem çözümünden bahsetmesi trajikomiktir.
Apo efendinin , bir ara PKK’dan gelen manevi lider olma teklifini geri çevirmesi ve cezaevi şartlarında dahi psikopatça bir tutkuyla kişisel liderlik ve iktidarına sarılması, ancak Kürt ulusunun iktidarlaşma özlemine ise ; “İktidar hastalığı bırakılmalıdır.” demesi , ordunun talimatı altında konuşturulduğunu göstermektedir. Sömürgeci devletler üç temel husus dışında her şeyi kabul etmeye hazırdırlar.
Önemli olan ; vatan ve devletten , hak eşitliğine dayalı iktidar hakkından, ulus olmayla ulusal kurumsallaşmadan bahsedilmemesidir. Apo’nun keşfi olarak yansıttığı ancak sömürgecilerin çöplüğünden toplanan demokratik cumhuriyetçiliğin ret ve inkar ederek satışa çıkardığı üç temel değer de vatan toprağı olarak Kürdistan, Kürt uluslaşması ve kurumsallaşması ile diğer dünya halklarıyla tam hak eşitliğine sahip olma ile kendi kendini yönetmenin ifadesi olan iktidarını kurmaktır. Bu üç değerin reddi demek, Kürdistan’daki sömürgeciliğin dayanaklarıyla birlikte devam ettirilmesi demektir. Bu değerlerin hedef ve amaç olmaktan çıkarılması sömürgeci devletler açısından her şey demektir. O zaman hayvanların mekanik olarak bir arada yürümesi ve otlanması gibi bir durumda sakınca görülmeyecektir. Türk ordusuna bağlı ve devletin 80 yıllık politik uygulamalarının kontrgerilla kanadı ile birlikte çalışan veya çalıştırılan Apo’nun isteklerine göre, ideoloji ve siyaset belirleyen PKK, Kürdistan ulusal ve siyasal çizgisinin dışındadır. Devletin siyaset ve ideolojisi ( temel tarihsel referansları ) kendi siyaset ve ideolojisine dönüştürülmüştür. Artık dışarıdaki Kemalizm ve Baasizm yanında, Kürtlerin içinde de Kürdi Kemalizm ve Kürdi Baasizm vardır. İçerideki Kemalizm ve Baasizm’e karşı açık ve uzlaşmaz bir mücadele verilmeksizin, dış egemenliğe dayalı, Kemalizm ve Baasizm’e ve fundamantalizme karşı, hiçbir ulusal devrimci referans oluşturulamaz, herhangi bir mücadele verilemez.
Ordu, Apo’yu ve kültünü örgütü PKK'ya karşı ve kültü ile örgütünü ulusumuza karşı her açıdan kullanarak ; Demokratik Cumhuriyetçilik, Demokratik konfederalizm, Üçüncü Alan, Ekolojik Sistem, Komala Sistemi gibi tutmadıkça yeni bir yama niteliğinde diğer kavramla güncelleştirilmek istenen, ancak hiçbir değer ve anlamı olmayan, ideolojik - politik - tarihsel referanslarını şırınga ederek, Kürt siyasetinin normallerine dönüştürmeye çalışmakta ve bu yolla Kürt siyasetini kirletip konformize ederek, kozmopolitist ( ulus dışı ) bir çizgiye götürmeyi başarmış bulunmaktadır. PKK çizgisinde hakim hale gelen ve kendisini açığa vuran konformist ve kozmopolitist çizgi kendi dışındaki bazı reformist eğilim ve kişilikleri de etkilemekte ve bunları da daha konformist hale getirmektedir. Çıtanın Kemalizm’in çöplüğüne kadar düşürülmesi, halkın mücadele hedefleri ve özlemlerinden kopuk çeşitli siyaset zümrelerinin halkın ve Kürdistan’ın somut şartlarından değil kendi bireysel yaşam şartlarından ülkemize bakmalarına, idari federalizm, federalizm, federasyon gibi Türkiye konseptlerini savunmalarına götürmektedir. Bu çerçevede söz konusu eğilimler de bir Kürdistan konseptine sahip değildir. Bu eğilimler ile demokratik cumhuriyetçiler arasında ideolojik düzeyde bir nitelik ayrışmasını düşünmek yanıltıcıdır, demokratik cumhuriyetçilerin bunları kendi zeminlerine birlikte çalışmaya davet etmeleri halinde aynı zemine gideceklerinden kuşku duymuyorum. Türkiye konseptinin hangi yorumu olursa olsun sonuç itibariyle kesin kopuş stratejisi çerçevesinde olmadığından, yani Kürdistan konsepti olmadığından ideolojik anlamda birbirine yakındır.
Türk devleti ordusuyla birlikte , Apo ve PKK'yı denetim ve kontrol altında yönlendirerek, Apo'nun teslimiyet ve zayıflığında siyasette çizgi bağımsızlığı ve hareket özgürlüğünü ortadan kaldırarak, kendini inkara ve ideolojik başkalaşma ( yozlaşmaya ) götürerek 22 yıl boyunca sayısız askeri operasyonla yapamadığı kadar tahribatı gerçekleştirmiş ve Apo'nun kullanımı temelinde sürecin başaranı ve yeneni olmaya başlamıştır. Bu bir anlamda ideolojik ve politik açıdan kendini inkardan da öte, başkalaşıma uğrama, kokuşma ve içeriği dökülmüş bir kabuktan ibaret duruma gelme sürecidir. Demokratik Cumhuriyet adı altında ortaya atılan konformist ( hiçbir ilke, biçim ve çerçeveye uymayan ) ve kozmopolitist ( ulus dışı ) anlayış sömürgeci devletlerin ideolojik politik argümanlarıyla ulusumuzun içeriden de ideolojik politik kuşatmaya, tarih ve toplum bilincini kirletip silmeye, boşaltmaya, aidiyetini ve ruhsal yapısını bozmaya ve kendi sömürgecilerine aşık etmeye yönelik bir sistemdir. Bu işbirlikçi sistemin devletle birlikte kurum ve medyalarında güncelleştirdiği gerici ve tasfiyeci söylemlerinin etkisi , yukarıda da değindiğimiz gibi, sadece kendi örgütleri ve tabanlarıyla sınırlı kalmamaktadır. Bunlar kendi çizgilerinin dışında ve hatta karşısında duran, ancak, mücadele takati, enerjisi ve iradesi kalmayan , oportünist eğilim, siyasetçi ve aydınları da etkilemektedir.
Kürdistan ulusal ve siyasal tarihinde hiçbir dönemde rastlanmayacak yoğunlukta bir konformizm ve kozmopolitizm ortaya çıktığı , ideolojik ilkesizlik ve çerçevesizliğin siyasi ve aydın zümrede yoğunlaştığı görülmektedir. Ulusal soruna, yerel ve evrensel çözüm hedeflerinden öte, kendilerinin, ya da ailelerinin yaşantı ve ihtiyaçlarından bakarak, çözüm konsepti getirmeye çalışan ve Demokratik Cumhuriyetçiler dışındaki aydın ve siyasetçi zümrelerinde dahi, bir federalizm furyasının oluşmasının bir nedeni budur. Elbette PKK dışındaki eğilim, aydın ve siyasetçilerin ulusumuzun bedel ödeme gerekçe ve hedeflerinden , dünyadaki evrensel çözüm kurallarından soyut ve kendi içerisinde bile ayrışıp birbirine benzemeyen federalizm kavramları altında, Kürdistan konseptini ret ederek, Irak birlik konsepti, Suriye birlik konsepti, Türkiye birlik konsepti ve İran birlik konseptini dolaylı ya da doğrudan savunmalarının bir nedeni, işbirlikçi Demokratik Cumhuriyetçiliğin yarattığı ideolojik hiçlik, boşluk ve başkalaşma havasının sonucuyken, diğer bir sebep ise sömürgeciliğin yarattığı travmalardan kurtulmamaları, mücadele etmek için inanç, takat ve enerjilerinin olmamasıdır. Faşist sömürgeci devletlerin 1000 yıllık tahakküm ve imha konsepti çerçevesinde yarattıkları travma ve etkilerden kendini kurtaramayan eğilim, aydın ve siyasetçilerin bu tür bir saptırmaya gelmesi ise, tarihsel travmaların da sömürgecisine aşık konseptler arayışına yönlendirdiğini gösterir.
Diğer bir neden ise 4 parçaya bölünüp paylaşılan Kürdistan ve Kürt ulusunun ulusal bütünlüğü ve kurumsallaşması çerçevesinde ülkemizin ve evrensel tarihin temel çözümlerini esas alma, ya da ülkemizin somut şartları üzerinden soruna ve çözüme gitme yerine, bireysel, ailesel veya sınıfsal ihtiyaçlarının deliklerinden ulusun somut durum ve ihtiyaçlarını yorumlama çarpıklığından kaynaklanmaktadır. 1880 yılında dünyada sadece 25 devlet var iken ve diğer halklar manda, işgal ya da sömürge statüsü altında bulunurken, bugün 205 devlet bulunduğundan, son 126 yılda toplam 180 devlet kurulmuştur.
1880 yılından bu yana, dünyada sömürge, manda ve işgal statüsü altında olup da kurtulan milletlerin bütünü bağımsız devlet kurmuştur. Bu güne kadar gerçekleşen 126 yıllık tarihte, mandası, işgali veya sömürgesi altında bulunduğu devletle aynı konsept çerçevesinde herhangi bir çözümü tercih eden tek bir istisna görülmemektedir. Kaldı ki diğer sömürgelere nazaran Kürdistan 4'e bölünmüş bir ülkedir, tarihsel ve güncel olarak bütün soykırım türlerine uğrayan ve bir klasik sömürgedeki haklara dahi sahip olamayan tek istisnadır. Bağımsız devlet kurmaksızın uluslararası ilişkilerde siyasal bir özne olunmadığı ve uluslararası kurumlarda temsil ve oy hakkının bulunmadığı da bilinmektedir. Öte yandan bağımsız devlet olmaksızın, sömürgeciliğin bin yıllık eşitsiz gelişim kategorilerini, alışkanlıklarını ve tahribatlarını silerek, özgün ve özgür bir ulusal kurumsallaştırmayı gerçekleştirme imkanı da bulunmamaktadır.
Bu gerekçe ve olgular ; ulus sorununun ülkeye, siyasal iktidara ve ulusallığa bağlı olduğunu, temel çözümünün ise , bağımsızlık çerçevesinde olduğunu gösterir. Bizim koşullarımızda bağımsızlık dışında devrimci bir çözüm biçimi bulunmadığından, dayatılabilecek bütün çözümleri bir sıçrama tahtası ve aşama olarak görüp, kullanmak zorundayız. Tarihte manda, işgal ve sömürge altından kurtulan ve bağımsız devlet olmayı çözüm olarak tercih eden 180 devlet yanında, şu anda ulusal mücadeleleri devam eden Filistin, İrlanda, Bask, Katalonya, Flamenya, Darfur, Belucistan, Korsika’nın da bağımsızlığa dönük siyaset yaptıkları ve İran’ın da beş bağımsız devlete bölünme sürecinde olduğu gözükmektedir. Katalonya en zengin bölge olmasına rağmen, özerklik statüsünü bir aşama olarak kullanarak ayrışmak ve bağımsızlaşmak için mücadele etmektedir. Flamenya ise, Belçika'dan ayrılma sürecini yaşayacaktır. İrlanda, Bask, Katalonya, Flamenya gibi özerk statüde olan bağımlı halkların güncel ve tarihsel olarak Kürdistan gibi sömürgelerde gerçekleşen soykırım ve vahşetlere maruz kalmamalarına rağmen , ayrışma siyaseti izlemeleri de ulusal sorunun evrensel anlamdaki çözüm biçiminin ne olduğunu olgusal anlamda gösterdiği gibi, demokratik cumhuriyetçilerin söylemlerinin tersine ulusal sorunun bugünkü tarihte de güncelliğini koruduğunu ve çözüm beklediğini ortaya koymaktadır. 2002 yılında Doğu Timur'un Endonezya'dan ayrılarak bağımsızlığı kurduğu ve 2006 yılında 600 bin kişilik Karadağ'ın bağımsızlığını ilan ettiği bilinmektedir.
Apo ve Demokratik Cumhuriyetçilerin ileri sürdüğü gibi ; "Ulusal mücadele dönemi bitmiş ve gereksizleşmiş değildir. Bu yaklaşım Kürt ulusal ve siyasal mücadelesini tasfiye etmek isteyen ve sömürgeciliği dayanaklarıyla yeniden üretip sürdürmek isteyen işbirlikçilerin yaklaşımıdır. Ulus sorunu her zamanki gibi devrimci bir çözümü gerektiren en güncel sorundur." Ulusumuzun Ehmede Xani’den bu yana 310 yıldır kendi bağımsız devletini kurma mücadelesinin, Apo ve PKK’yla saptırılıp yozlaştırılmak istendiği, ruhsal ve düşünsel açıdan Kürt siyasetiyle siyasetçilerin hiçleştirildiği görülmektedir. Ehmede Xani ve Melaye Ciziri'nin temelini ortaya koydukları ve yurtsever devrimci medrese aydınlarının bir kılavuz olarak kullandıkları Kürdistan yurtseverliği çizgisi çerçevesinde ortaya çıkan 28 ayaklanma da bağımsız devletini kurmaya dönüktür. Ülkemizin dört parçasında, siyasal mücadelenin merkezi dahi, siyasal mücadelenin kabardığı ve bağımsızlığa yöneldiği parçaya dönmektedir. 1945'de Qazi Muhammed önderliğinde, ulusumuz fırsat bulur bulmaz , bağımsız devletini ilan etmiş ve Mahabat Kürt Cumhuriyeti ilan edilirken, 4 parçadaki halkımız açısından da Doğu Kürdistan bir siyasal merkez olmuştur.
1970'li yılların sonu ile 80'li ve 90'lı yıllarında istisnasız bütün Kuzey Kürdistan hareketlerinin sömürge tezi üzerinden siyaset yaparak, bağımsız Kürdistan çizgisini programlarına geçirdikleri ( bu konuda ikircikli duran riya azadi istisna olmak kaydıyla ) bilinmektedir. Bu süreçlerde ise, Kuzey Kürdistan, Kürt ulusal ve siyasal mücadelesinin merkezidir.
2000 yılının başından itibaren ise, Kürt ulusal ve siyasal mücadelesinin merkezinin güney Kürdistan’a kaydığı ve bu çerçevede algılandığı görülmektedir. Güney Kürdistan'da bu süreçte yapılan seçimlerde, Kürtlerin toplam 2 milyon oy aldıkları ve aynı zamanda 2 milyon küsür imza toplayarak, bağımsız olmak için birleşmiş milletlere sunmuş oldukları bilinmektedir. Kürtler, hiçbir süreçte federalizm ya da demokratik cumhuriyetçilik için bedel ödemeye çağırılmamış ve bu konseptler için herhangi bir bedel ödememişlerdir. Bu da ulus sorununun evrensel çözüm biçiminden öte, ulusal ( yerel ) çözümünün halk kitleleri düzeyinde ne olduğunu göstermektedir. Tarihten, toplumdan ve evrensel değerlerden kopuk olan aydın ve siyasetçi zümreleriyle, travmadan geçmiş siyasi eğilimlerin demokratik cumhuriyetçilik, idari federalizm ya da federalizm çerçevesinde ortaya çıkan ve temelde kendi sömürgecisine aşık olmayı ön gören Türkiye konseptinin hiçbir biçimi devrimci nitelik taşımamaktadır.
Bağımsızlık çizgisi dışında, herhangi bir Kürdistan konsepti ve Kürdistani çizgisi bulunmamaktadır. Ulusal ve siyasal mücadele tarihinde en devrimci ve en ilerici gelişmelerin yaşandığı süreçler, kesin kopuş stratejisi ve bağımsızlık çizgisi çerçevesinde siyasetin yapıldığı dönemlerdir. Bu değerlendirmelerimiz, dünyanın ve ülkemizin tarihlerinin ve toplumsal şartlarımızın analizinin bir sonucudur. Burjuva veya sosyalist ideolojinin referansları veya feodal toplumun millileşme topraklarına sahip olma ve halklaşma ideolojisi esas alındığında da, bağımsız devlet olma dışında herhangi bir çözüm olmadığı ortaya çıkmaktadır.
1695'te feodal toplum sürecinde yaşayan Ehmede Xani'nin, çözüm ve arayışı bağımsız Kürdistan'ın kuruluşudur.
1914'te burjuvazinin Wilson ilkeleriyle ulusal sorunun çözüm tarzını ortaya koyduğu ve bu ilkelerde de her ulusun bağımsız devletini kurma hakkının öngörüldüğü bilinmektedir. Birleşmiş Milletlerin, sömürge ulusların kendi ulusal devletlerini kurma hakkı sözleşmesi de bu çerçevede ortaya çıkmıştır.
Sosyalist ideoloji nazara alındığında ise ; Marx, Engels ve Lenin'in küçük veya büyük çapta ortaya çıkan ulusal sorun ve mücadelelerinin bütününde mazlum ulusların kendi devletlerini kurma çizgisini savundukları bilinmektedir. Marx ve Engels ; Hindistan'ın , Polonya'nın ve İrlanda'nın bağımsız olmasını temel çözüm olarak ortaya koyarken, bütün gericiliğin bu halkları boyunduruk altında tutulmasına yol açan sömürge sisteminin bünyesinden doğduğunu belirttiler.
Lenin ise ; Afganistan'ın, Polonya'nın, İrlanda'nın ve Finlandiya'nın bağımsızlığını herkese karşı savunarak, Rusya'dan ayrışmak üzere ortaya çıkan küçük çaplı Finlandiya burjuva hareketine bağımsızlık mazbatasını bizzat vererek, sosyalistlerin ulus sorunundaki devrimci tutumunu pratik açıdan da ortaya koymuştur. Marx ve Lenin özerklik ve kültürel özerklik gibi çözüm biçimlerini ise tam hak eşitliğini sağlamaması ve kültürel getolara yol açması nedenleriyle en gerici çözüm tarzları olarak teşhir etmişlerdir. Lenin 1921 yılında Afganistan’daki köylü harekete önderlik eden ve Afganistan devletini kurmak isteyen ve bir Ağa olan Emmanuel Han’a gönderdiği iki mektupta da mücadelelerinin devrimci olduğunu kendi eşitliğini sağlama ve zulümden kurtulma çabası olduğunu belirterek desteğini ortaya koymuştur.
Sömürgecilerin resmi ideolojilerini, sürdürmek istedikleri statükoyu hiçbir teorik temeli olmayan ve bugün dahi Kürdistan’la karşılaştırıldığında en az yüz yıl daha geri sosyo ekonomik koşullara sahip olan Afganistan’daki ulusal kurtuluş hareketini gericilik yaftasıyla mahkum etme tutumu içerisinde değildir.
Roza Lüksemburg’un , üç devlet arasında bölünmüş Polonya sorunu için özerkliği çözüm olarak savunması karşısında, Lenin’in uzun ve ağır bir alaydan sonra bu çözüm önerisini teşhir ederek ; “Polonya sorununun çözümü için tek bir çözüm biliyorum. Bağımsız birleşik Polonya” dediği bilinmektedir. Öte yandan ulus sorununun çözümü açısından kültürel özerkliği savunan Buntçuları sürekli aşağıladığı ve bunları işbirlikçi ve gerici olarak nitelendirdiği bilinmektedir. Apo’nun Demokratik Cumhuriyetçiliği kültürel özerkliğin dahi altındadır, kültürel özerklik dahi değildir.
Apo üçüncü alan kavramı başlığı altında, Kürt ulusunu iktidar isteminden uzaklaştırmak için ; “İktidar hastalığından kurtulmalıdır.” diyerek devlet, vakıf, kültür merkezi gibi sivil toplum kuruluşlarında yer almak gerektiğini ve bunu devlet aidiyetinin dışında gerekli özgürlüğü en iyi şekilde sağlamaktadır. Demokratik Cumhuriyet ve üçüncü alan denilen ideoloji ve siyasetle birlikte, nice emeklerle yaratılan ikili iktidar, ikili hukuk ve ikili kültür tasfiye edildi. Bunun yerini ise, devletin egemen kültürü, iktidarı ve hukuku aldı. İçeride yaratılmış Kemalizm ile, Kürt ulusal aidiyeti ve duygusunu tahrip etmiştir. Devletin yargı, yasama, yürütme, medya ve temsil edip belirlediği alan dışında, diğer bir alanın varlığı ise devrimci bir ideoloji ve politik mücadeleyle ve kendi referanslarını dayatarak alan yaratılmasına ve buna karşın karşı gücün referanslarının ise tasfiye edilmesine bağlıdır. Apo ve PKK’nın, hiçbir belirleyiciliği olmayan ve arkasında işleyen bir siyasal güç olmaksızın küçük bir etkisi dahi olmayacak sivil toplum kuruluşlarını var olma zemini olarak göstermeleri ve buna karşın ülkemizi ve Kürdistan’da iktidarlaşma hakkını satmaları, ulusumuza oynanan oyunu göstermektedir. Apo ve PKK, Kürt ulusuna oynanan oyunun ve komplonun bir parçasına dönüştürülmüştür. Bu komplo devam etmektedir. Alternatif bir ulusal hareket yaratılmaksızın, bu komplonun da boşa çıkarılması mümkün değildir. PKK Apo’nun safsatalarında ısrarlıysa, Apo’nun ve siyasette bir öğrenci olma niteliği dahi olmayan başkanlık konseyi üyelerinin ellerine bir tava alıp , tavanın içerisine bir bilye yerleştirmelerini, oynatarak bir deneme yapmalarını öneririm. Hareket halindeki tavada , bilye bir noktada durabiliyorsa, devletin yasama, yürütme, yargı, medya, istihbarat, sivil kurum ve diğer araçlarıyla oluşturduğu iktidar aygıtının dışında , diğer bir iktidar ve özgürleşme alanı da olabilecektir. Geçmişte devletle olan bağlantısını Mahir Kaynak, Doğu Perinçek, Mihri Belli ve Yalçın Küçük gibi devletin adamları üzerinden gerçekleştirdiği anlaşılan Apo efendi, son avukat görüşme notlarında dahi, Mahir Kaynak’ın yazı ve görüşlerinden feyiz aldığını belirtmektedir.
Mahir Kaynak ise geçenlerde katıldığı bir Tv programında ; “Devletin PKK türü örgütleri tasfiye edebilmesi iki şekilde olabilmektedir. Bir tanesi ideolojik politik açıdan içeriklerini boşaltma, başkalaşıma uğratma, değerlerini bozma şeklindedir.
Bu Apo’nun İmralı’ya alınması ile başarıldı. İkincisi ise ; fiziken imha etmedir. Bu ise henüz tümden başarılamamıştır. Bugün tehdit PKK'dan gelmemektedir. Yönümüzü oraya çevirmek zorundayız.” demekteydi. Doğu Perinçek ise televizyonları olan ulusal kanalda hemen hemen her gün, Türk Devletinin Güney Kürdistan'a girmesi gerektiğini, İran, Suriye ve dinci örgütlerle birlikte hareket etmesi gerektiğini belirtmektedir.
En son Mihri Belli efendi de, Güney Kürdistan hükümetini düşman ilan ederek, gerçek tehdidin bunlardan geldiğini ve PKK ile Apo'nun bir tehdit teşkil etmediğini, hatta 1997 yılında Beka Kampı'na gittiği sırada dahi federasyonu gündeme getirmesi sonrasında, Apo'nun bu tür amacının bulunmadığını ve Kemalizm’i anlatmak istediği sırada da ; “Mustafa Kemal benim.” diyerek ayağa kalktığını ve o zaman da Kemalist olduğunu belirttiğini demeçlerine konu etmektedir.
Buna karşın, Aydınlık Zindan adlı kitabında, keşif kolu olduğunu belirten Yalçın Küçük efendi, Yeni Harman ve Yarın dergilerindeki pek çok yazı ve mülakatında ; “Ben Apo’nun daha çok konuşturulmamasına ve daha çok kullanılmamasına kızıyorum. Devlet Musul’u almaz ise, Diyarbakır elden gider. Mustafa Kemal nasıl Simko’yu kullandıysa , biz de PKK’nın silahlarını kendimiz için kullanıp Berzani’ye yöneltelim. PKK tehdit olmaktan çıkmıştır. Şu anda tehdit durumunda olan Berzani’dir.” demektedir.
Aktüel dergisinde ise ; “Ben PKK kamplarına gittiğim sırada da Apo’nun Türkik ve Kemalist yanları vardı.” demektedir.
Milliyetçiliği en primatif düzeyde savunan Doğu Perinçek’in Beka kampına giderek Apo’yla görüşmesini sorgulayan diğer milliyetçilere ise ; ”Biz devletimizin iyiliği ve sorumluluğumuz için gittik.” dediği bilinmektedir. Türk egemenlik sistemi, tehdidi eli silahlı olanlarda değil, vatan ve iktidar hedefi olanlarda görmektedir. PKK ve Apo’nun hedefi olmadığı için tehdit değil, kullanılacak bir unsur durumundadırlar.
Apo efendi, keşif kollarından feyiz alırken, Kürt halkının gerçek dostu olan, bilimin en namuslu mücadelesini veren ve bilimi bir maskaralık alanı görmeyen sayın İsmail Beşikçi’nin ; “Bütün olumsuzluklar Apo’nun çürük duruşundan kaynaklanmaktadır… Apo devlet denetiminde talimat verdiğinde konuşmamalıdır. Dışarıdakiler söz ve irade hakkını kullanmalıdır.” demesinden dolayı , kendisine hakaret edildiğini, susması ve hakkında dava açılması gerektiğini söyleyerek, üstü kapalı tehditte bulunmaktadır. Keşif kolu olmayı devrimci demokrat duruşu ve bilim adamı kimliği karşısında, utanç verici bulan, Kürt halkının gerçek dostu İsmail Beşikçi gibi bir aydını kaybederken, Yalçın Küçük, Mihri Belli, Mahir Kaynak, Doğu Perinçek, Demir Küçükaydın, Teslim Töre gibi kişilerle birlikte aynı çizgidedirler. Bunların çizgisi Türk devletinin ordusunun ittihatçı ve Kemalist çizgisidir. Bunlar devletleriyle birlikte çalışmaktadır.
Apo'nun 2006 yılı haziran ayı avukat görüşme tutanaklarındaki beyanları incelendiğinde ; "Bugün Barzani ve Talabani'nin 300 bin kişilik ordusu olduğu bilinmektedir. Yarın bu sayı 500 olur. Amerika'dan silah da alabilirler. O zaman devletin işi zorlaşır." diyerek, devletin adamı olan Mahir Kaynak, Doğu Perinçek, Yalçın Küçük ve Mihri Belli ile aynı şeyleri tekrar ederek, Türk ordusunu ve devletin kontrgerilla kanadını Güney Kürdistan'a saldırmaya, Doğu ile Güney Kürdistan'ı istikrarsızlaştırmak için harekete geçirmeye çağırdığı görülmektedir. Türk kontrgerilla örgütlenmesi orduya bağlıdır, Abdullah Öcalan Türk kontrgerillasıyla birliktedir.
Geldiğimiz noktadan Mehmet Şener ve Dilaver Yıldırım’ı araştırmak ve yazdıklarını incelemek zorundayız. Mehmet Şener, Demokratik Cumhuriyetçilerden kopup Zaho’ya yerleştiğinde, zindanda bulunan M.Karasu’ya yazdığı mektupta ; Örgütün merkez yürütmesinin Apo ve kendisi ile birlikte başka bir arkadaşından oluştuğunu, ancak Apo’nun, gazeteci kılığında kampa gelen devlet görevlisi durumundaki aydınlarla görüşmeleri sırasında , kendilerini dahi dışarı çıkartarak, bunlarla tek başına görüştüğünü ve kendilerinden öte devletin çözümlerini çantalarında taşıyan bu kişilere güvendiğini, örgütsel yapı ve işleyişi ortadan kaldırdığını belirtmektedir. Mehmet Şener, yaklaşık olarak 15 yıl önce bunları yazmakla birlikte, 1999 yılı itibariyle doğrulanmıştır. Resul Altınok, Dilaver Yıldırım ve Mehmet Şener farklıdır. Farkları PKK’da ortaya çıkan diğer muhaliflerin tersine örgüt içinde ve açıkça muhalefet etmeleridir. Yaptıkları muhalefeti ise, Apo’nun yerleştirmeye çalıştığı sisteme, o gün için örtük olarak geliştirdiği tasfiyecilik ve işbirlikçiliğe yöneltmeleridir. PKK’da ortaya çıkan diğer muhalifler ise sistemin bir figüranı olmak için uzun süre çabaladıktan sonra, her şeye rağmen, Apo ve sistem onlara nefes alma alanı bırakmadığından ve üzerlerine gittiğinden, muhalefete düşmek zorunda kalan bireyler ile eğilimlerden oluşmaktadır. Bu tür bir muhalefet tarzının tam anlamıyla ideolojik nedenlere dayanan bir muhalefet olmayacağı ve sistemin bütün kimliksizliğini üzerinde taşıyacağı aşikardır. Bu nedenle PKK’dan kopan muhalefet dahi, yıllarca savunucusu olduğu ya da örgüt içerisinde eleştiri götürmediği sistemin temel izlerini üzerinde taşımaktadır. Bu izleri atmadan, kimlik kazanmak ve kitleleri kendine inandırmak olanaklı değildir.
Gerek Demokratik Cumhuriyetçilerin, gerekse geçmişte örgüt içerisinde sisteme açık muhalefet yürütmeyip sonradan kopanların zavallı ve kimliksiz durumdan kurtulmalarının ön şartı ; sistemin kendi kişiliklerinde ve ideolojik anlayışlarında yarattığı tahribatların silinmesi için , kendi kişilik ve anlayışlarına bir kurşun niteliğinde kurşun sıkmaları gerekmektedir.
Demokratik Cumhuriyetçilik benimsenip ortaya atılırken, yoğunlaşan olan Türk milliyetçiliğinin düşürülmesinin ve bir özgürlük alanı yaratılmasının reçetesi olarak sunuldu. Oysa 1999 yılında, Apo’nun İmralı’ya getirilişinden bu yana, Türk milliyetçiliği faşist bir nitelikle olabildikçe kabarmakt , yoğunlaştırılmaktadır. Buna karşın, içeriden ve dışarıdan bir konseptle Türkiyelilik kuşatması altına alınan Kürdistan ve Kürt halkının ulusal mücadelesi, ütopyası, amaç ve hedefi biçimsizleştirilip yozlaştırılarak, geriye çekilerek tasfiye sürecine sokuldu. Kürt uluslaşmasının geri çekilmesi neticesinde doğan boşluğu ise, Türk faşizmi ile bu faşizmin ideolojik politik kültürel değerleriyle doldurduğu görülmektedir. Hangi alandan olursa olsun, gerçekleşen her çekilişi diğer gücün yerleşmesi ve doldurması takip eder. Apo üçüncü alan safsatasından bahsederken, Kürt halkının yarattığı ve var olan özgürleşme alanları da kaybedilip terk edilerek yozlaştırıldı. Sömürgeciliğin ve faşizmin doldurduğu bütün alanlar üzerine gitmeksizin ve bu alanlar üzerine gide gide kendine boşluk yaratmaksızın herhangi bir etkiye ya da özgürlük alanına sahip olmak olanaklı değildir. 1999 yılı başına kadar metropollerdeki Kürt halkına yönelik saldırılar gelişmezken, geri çekilme ve devletin referanslarında tanımlama ile birlikte, metropollerdeki Kürt sivilleri dahi örgütlü saldırı, baskı ve sindirme politikalarına maruz kalmaya başladı. Çünkü Kürt sivilleri mevcut koşullarda örgütsüz ve savunmasız görüldü. Türk faşizminin ve devletin merkezi bir konsept çerçevesinde faşist resmi ideolojiyi bütün argümanlarıyla daha da güncelleştirmeye yönelmesi ve özel harp dairesine bağlı sivil birimlerle Kürtlere saldırılması karşısında, halkımız sindirilmişlik ve fiziken teslimiyet koşullarına götürülmektedir. Bu bütünüyle başarılmamış olsa da hedeflenen budur. Bu hedefin pratiğe aktarılmasına zemin olan ise Demokratik Cumhuriyetçiliktir.
Demokratik Cumhuriyetçiliğin sonuçlarını tarihsel, güncel ve sosyolojik olgular yanında teorik kategoriler çerçevesinde değerlendiriyorum. Ancak ideolojik politik inkarın olgulara dayanan analizlerimiz bir yana, bu süreci başlatan Apo’nun kendi yazdıklarından da temellendirebiliriz.
Abdullah Öcalan, Devrim ve Sosyalizmin Sorunları başlıklı kitabının 16. sayfasında ; “Demokratik Cumhuriyetçiliğin mazlum halkların mücadelesini tasfiye etmek açısından ortaya atılmış yerici ve işbirlikçi bir anlayışın ürünü olduğunu” yazmıştı. 1999 yılında İmralı’ya getirildiğinde ise, Demokratik Cumhuriyetçiliği kendisine ait olup yeni keşfedilmiş bir buluntu ve temel özgürleşme anlayışı olarak ortaya attı. Modern bir örgütten öte, tarikata dönüştürülmüş PKK'nın ve bu örgütün sistemi içerisindeki müritlerin her zamanki tarzlarıyla sorgusuz ve sualsiz şekliyle, Apo’nun tarihin ve toplumun inkarı çerçevesindeki işbirlikçi, tasfiyeci ve gerici söylemlerinin bir keşif olduğun , özgürleşmek ve çözüm için en devrimci konsepte ulaştığını kabul ettiler.!!! Bu çerçevede, Apo İmralı'ya getirilmeden birkaç gün önce Apo'nun talimatları çerçevesinde alınan kongre kararlarını, bu kişinin tutuklanmasından sonra birkaç hafta içerisinde tukaka edip kenara atarak, bütünüyle tersi istikametteki kararları da aldılar. Aynı şekilde Hayri Durmuş’un yazdığı programlarını da tukaka edip atıverdiler. Onlar da Apo gibi Türkiyelilik cenneti çizgisine girmiş oldu. Daha doğrusu genel kurmay tarafından bu çizgiye getirilmiş oldular. İdeolojik poltik anlamda bütün referanslarını inkar ederek, devletin ve ordunun 80 yıllık referanslarını kabul etmenin ötesinde ulusumuza ve siyasal tarihimize dayatan Demokratik Cumhuriyetçilerin bu işbirlikçiliklerini dünyanın tümden değişen şartlarına bağlamaları trajikomik bir durumdur. Bir haftada değişen dünyanın ve Kürdistan'ın şartları değil, Türk ordusunun bir hizmetkarı olarak çalıştırılan ve Türklerin yeğeni durumunda bulunan Apo'nun kişisel koşul ve şartlarıydı. Apo İmralı'ya getirilmekle birlikte, artık doğrudan devletin denetim ve kontrolüne alınmıştı. Bu nedenle de 1999 yılından bu yana Apo'nun sağlığı ve yaşam şartları dışında herhangi bir politik söylem ve gerekçeleri de bulunmamaktadır. Bir ülkeyle ulusun ve siyasal iktidar hakkının bir kişi ve söz konusu kişinin kültü için tüketilip kirletilmesinin bir örneği incelenmek istenirse, Apo, PKK ve demokratik cumhuriyetçilikten daha iyi örnek bulunabileceğini sanmıyorum.
Apo’nun kültü ve kişiliği kendi istemi çerçevesinde ; “Bütün değerlerin toplamı” olarak tanımlanıp ilan edildikten sonra , vazgeçilmez temel değerler olan Kürdistan ülkesi, Kürt ulusu ve diğer dünya halklarıyla hak eşitliği içinde kendi topraklarında kendini yönetmenin ve özen olmanın ifadesi olan iktidar hakkı öldürülmüş oldu.
1999 yılında Demokratik Cumhuriyetle birlikte ; “Yaşasın Kürdistan” slogan ve düşüncesi yasaklanmış oldu. Demokratik Cumhuriyetçiliğe açıkça kitle önünde muhalefet etmeyen bütün Kürtleri, ülke, ulus iktidar değerlerinden ve anlayışından soyut saymak zorundayız.
Demokratik Cumhuriyetçilerin ülke, ulus, iktidar gibi vazgeçilmez değerleri olmadığından ve tek değerleri zavallı bir işbirlikçi olarak Türk ordusuyla çalışan Apo olduğundan ; Biji Kürdu Kürdistan, Biji Serxwebun” dememektedirler. Ülke, ulus, siyasal iktidar bütün değerlerin toplamı olan Apo efendi için tüketilmektedir. Bunların temel değer ve kaygıları, Apo efendinin sağlık sorunları, tecriti, yemek sorunları ve ‘kişiliğidir’. Bunların Apo dışında başka değeri olmadığından dolayı değer olarak kabul edilen her şey Apo için satılıp tüketilebilmektedir.
Demokratik Cumhuriyetçilerin medyasında, bütün retlere rağmen kendi katillerine yönelmiş kirli bir ‘aşkın’ ifadesi olan cümleler yanında ; “Öcalan’ın vücudu kaşınıyor, ağzından bazen bir sıvı geliyor, iyi yemek verilmiyor, avukatlarıyla düzenli görüştürülmüyor, biz Apo’ya ve söylediklerine bağımlıyız.” dışında herhangi bir şey gören var mıdır ? Bunların hasta bir tarikat üyesi gibi sürekli bağlılık adı altında bağımlılıklarını dile getirmeleri, bir açıdan bu söylemi kullanmadan tarikata dönüştürülen örgüt içerisinde kendi konumlarını ve bireysel yaşam alanlarını korumayacakları korku ve kaygısından da kaynaklanmaktadır. Demokratik Cumhuriyetçilerin değeri Apo, Kürtlerin değeri değildir, sadece Demokratik Cumhuriyetçilere aittir.
Sonuç itibariyle resmi ideolojinin ve sömürge statükosunun bütün ideolojik politik referansları Demokratik Cumhuriyetçilik, ekolojik sistem, üçüncü alan , demokratik konfederalizm, komala sistemi gibi uyduruk ve aptalca olan kavramlar altında yeniden üretilerek güncelleştirilmekte, teşkilat ve medya araçlarıyla Kürt ulusuna götürülmektedir. Bu yolla Kürt ulusunun ideolojik politik - tarihsel ve toplumsal bilinci boşaltılıp hiçleştirilerek saptırılmakta ve kirletilmektedir. Kürt ulusu geçmişte sadece sömürgeci devletlerin dışarıdan geliştirdiği ideolojik politik kültürel kuşatma altına alınmak istenirken, Demokratik Cumhuriyetçilikle birlikte içeriden ideolojik politik kuşatmanın geliştirilip yoğunlaştırıldığını görmekteyiz. İçeriden kuşatma daha tehlikeli, daha sonuç alıcı ve tahripkardır. Düşünsel ve amaçsal anlamda biçimsizlik ve ilkesizlik ( konformizm ) yanında kozmopolitist ( ulus dışı ) yaklaşımların temel yaratıcısı işbirlikçilik çerçevesinde ortaya çıkan demokratik cumhuriyetçilik olmaktadır. Demokratik cumhuriyetçilik ideolojik politik düzeyde Kürdistan siyasal tarihinin ve ulus mücadelesinin bütün referanslarını tasfiye etmektir. Ezen solculuğa bulaştırılarak devrimci kimlik ve kişilik kazanması engellenen Kemalizm’in ilk kez Kürdistan ulusal hareketine bulaştırılmasıdır. Demokratik Cumhuriyetçilik, Kemalizm’i Kürdistan topraklarında üretip uygulamak, diğer bir değişle Kürdi motifli Kemalizm yaratma çabasıdır. Demokratik Cumhuriyetçilik bütün değerleriyle yurtsever devrimci çizginin ve ulusal rotanın dışındadır. Demokratik Cumhuriyetle birlikte Kürtlere bütün moral değerlerden soyut, rotasız, hiçleşmiş, temel vazgeçilmezlerini inkar etmiş ve siyasetsiz olmayı esas almış bir yaklaşım dayatılmaktadır.
Diğer Kürt eğilimlerinin isim dışında bir varlıklarının olmaması ve misyonlarını tamamlamış olmaları ile bireyler bazında Kürt aydın ve siyasetçilerinin Demokratik Cumhuriyetçiliğin tahribatına karşı kitle önünde açık ve kararlı bir mücadele yürütmemeleri, kiminin uşakça bu ideolojinin kabulleri içerisindeki kurumlarla ilişkilenmesi, ilişki içerisine girmeyenlerin de korku ve kaygılarından dolayı kişisel dar ortamları dışında eleştiri ve teşhir mekanizmasını namuslu bir yurtsevere yakışır tarzda geliştirmemesi hatta ikiyüzlü davranmaları bu işbirlikçi ideoloji ve siyasetin tüketilmesi yerine, ülkemiz, ulusal kurumsallaşma ve iktidar hakkı gibi temel değerlerimiz tüketilmektedir. Tüketilmeyen tüketmektedir. Bu uşak çizgiye karşı bir blokaj oluşturmak ve tüketip teşhir etmek zorundayız. Demokratik Cumhuriyet adı altında içeride ortaya çıkan işbirlikçilik ve gericiliğe karşı kitle önünde açık ve aktif tutum ele almayan ve ideolojik ve politik düzeyde bunun en ağır düzeyde eleştirisini veya teşhirini sağlamak için ellerinden gelen her türlü çabayı ortaya koymayanlar, ne kadar yurtsever ve devrimci olduklarını iddia edip etmediklerine bakılmaksızın uşak, alçak ve ikiyüzlü olduklarını düşünmek zorundayız. İçerideki işbirlikçilik ve gericiliğe karşı açık ve kararlı bir tutum almaksızın bunların yanaşmacısı olduğu dış egemenliğe karşı bir mücadele verilmesi olanaklı değildir. Demokratik Cumhuriyetçilerle amansız bir ideolojik politik mücadele, bunların bu uşak çizgiyi terk edip öz eleştirel yaklaşmalarına kadar devam ettirilmelidir.
Uluslar arası diplomasi açısından Demokratik Cumhuriyetin sonuçlarına bakıldığında ; 8 yıllık süreçte, ”Devletin hassasiyetlerine dikkat etmek lazım. Hassasiyetler var.” denilerek diplomatik alan boşaltılıp işlevsizleştirilerek , tasfiye sürecine sokuldu. Devlet uluslar arası alanda gittiği her ülkede siyasi baskı , eleştiri ve tezkire maruz bırakılırken, “Devleti güçlendirmek gerekir.” yaklaşımı içinde diplomatik mücadeleden vazgeçildi. Diplomatik mücadeleyi yürütenler geriye çekilip pasifize edilirken, PKK’nın Apo’nun talimatı çerçevesinde yan bir kuruluşu niteliğinde de olsa, Kürdistan Ulusal Kongresi adını vererek oluşturduğu yapı da tasfiye edildi. Bu yapı kapatılıp dağıtılırken, sadece Apo’nun İmralı’dan gönderdiği talimat esas alındı. Apo’nun iki dudağı arasından çıkan sözcükle bir hafta önce yapılmış 6. kongre kararlarının iptal edilip, bir hafta sonra 7. kongre kararının alındığı ve tırtıklı Apo’nun istemi çerçevesinde programı da değiştirdikleri nazara alındığında, adı kongre olmakla birlikte, yan bir kuruluşları olan yapıyı da gönderdiği bir talimatla lav etmeleri çok tuhaf gelmemiş olmalıdır. Kendi ideolojik referanslarını inkar etmiş ve siyasetsiz bırakılmış bir yapının uluslar arası diplomasiyi yürütmesinin zemini, amacı ve hedefi ortadan kalktı. Daha doğrusu ortadan kaldırılmış oldu. Demokratik Cumhuriyetçiler silahlı mücadeleyi tercih ettikleri dönemde, daha güçlü olduklarından ve hedeflerini de net olarak yansıttıklarından ne istedikleri belirliydi, çeşitli ülkelerin listelerine terörist sıfatıyla girmemekteydi ler. Demokratik Cumhuriyet sürecinde de bir yönden tasfiye olduklarından, diğer yönden de Apo’yla birlikte yönetim kadrosunun da hedefsiz ve amaçsız olduğu Demokratik Cumhuriyet ideolojisiyle somutlaşmış olduğundan, çeşitli devletlerin listelerine de terörist sıfatıyla girmiş olmaktadırlar.
Devletin totaliter ideolojisini yeniden üreterek ve devletin kontrol ve denetimi altında yönlendirilen örgütün, aynı zamanda Apo’nun İmralı’ya getirilişiyle birlikte, her şeyi yeni algılamış gibi ; “Ulusal mücadelelerin dönemi bitmiştir. Bağımsızlık, federasyon, konfederasyon, özerklik istemiyoruz, gerekli de değildir.” yaklaşımına sahip olmasına rağmen, elde silah dağda yaşamaya hangi anlam verilebilir ki ? Talepsiz ve amaçsız durumuna rağmen elde silah dağda yaşayan ve güç kaybına da uğrayan bir örgüte “Terörist” demek çok daha rahat olmaktadır. Diplomatik açıdan kendini tasfiyeye uğratmış bir yapıya devletin yürüteceği diplomatik çabala çerçevesinde “Terörist” denmesi daha kolay olmuştur. Diplomatik kanalın tasfiyesi ve işlemez duruma sokulması nedeniyle, uluslararası ilişkilerde devletin daha rahat olduğu, herhangi bir baskı mekanizması ve istenmeyen gündemle karşı karşıya kalmadığı da aşikardır. Diplomatik alanda geriye çekişle birlikte doğan boşluğu da devlet diplomasisi doldurmuştur. Kürdistan sorunu 8 yıl öncesine kadar hem kendi halkının hem de dünyanın gündeminde iken, demokratik cumhuriyet süreciyle birlikte dünya gündeminde bulunmadığı gibi kendi halkının gündeminden de çıkmıştır. Daha doğrusu Demokratik Cumhuriyetçiler tarafından gündemden çıkarılmıştır. Olabildikçe taban kaybına uğrayan demokratik cumhuriyetçiler medya kurumlarındaki haberlere ve kişisel sohbetlerine Apo efendinin sağlığını konu edinirken, geniş halk kesimleri ise herhangi bir siyasi konu üzerinde değerlendirme dahi yapmamaktadır. Kürdistan siyasetini konuşma ihtiyacını duyan bazı kesimlerin ise güneydeki gelişmeler ve kazanımlar çerçevesinde siyaset gündemini tartıştıkları bilinmektedir. Kısacası gençlik kesimi 12 eylül döneminde bile görülmeyecek oranda Bohem ya da yoz bir yaşam sürecine Demokratik Cumhuriyet ile birlikle sürüklenmiş olup, temel gündemlerinin cinsellik, futbol, magazin ve dedikodu olduğu görülebilmektedir. Orta yaşlı kuşak ise ticaret, ziraat, aile ve aşiret kavgaları dışında herhangi bir hususu gündemine alamamaktadır. Bu durum bir bölümüyle deopolitizasyonu, diğer bölümüyle de sosyal ve siyasal yozlaşmanın düzeyini ve siyasal değerlerin hiçleşmesini göstermektedir. 1999 yılında kadar ise Diyarbakır’daki kırıkların dahi, toplumda değer görmek için Kürdistan yurtseverliğine dayanan bir gündemi kendilerine konu edindikleri bilinmektedir.
Demokratik Cumhuriyetçiliğin psikolojik, sosyolojik ve kültürel sonuçları açısından bakıldığında ; Kürt ulusal aidiyetinin erimesi ve inkarı sürecinin Türk devletinin siyah asimilasyonist politikası yanında , işbirlikçi Demokratik Cumhuriyetçilerin beyaz asimilasyonist politikaları ile içeriden yoğunlaştırılıp çeşitlendirildiği görülmektedir. Bu süreçle Türk ideolojisi, Türk kültürü, Türk dili daha yoğun şekilde şırınga edilmeye başlandığı ve bunun karşısında koruyucu bir duruş, bilinç ve mekanizma da olmadığı için, tahribatının her zamankinden yoğun olduğu görülmektedir. Demokratik Cumhuriyetçilerin geçmişteki şölen ve gecelerinde Kürt sanatçıları Kürtçe türküler söylerken, son 8 yılda Kürtçe - Türkçedir ve ağırlıklı olarak Türkçedir. Belediyelerin düzenlediği festivaller nazara alındığında, bu olgu açıkça görülmektedir. İşin diğer tarafı Demokratik Cumhuriyetçiler legal alandaki partilerinin kongrelerine yasal bir zorunluluk olmadığı için devlet bayrağını asmaz iken, belediyelerin düzenlediği bütün şölen ve gecelerde salona veya stadyumun girişine büyük bir şerefle Türk bayrağının asıldığını görmekteyiz.
Gerek bu tür şölen ve gecelerde , gerekse de siyasi toplantılarda ; “Ülkemiz Türkiye” vurgusu bıktırıcı , hafıza silici ve aynı zamanda beyni rahatsız edici yoğunlukta kullanılmaktadır. Kürdistanî çizginin inkar edilip tukaka edilmesi ve Türkiyelilik kimliği adı altında Kürtlerin alt kimlik olarak kabulü çerçevesine sığdırılmış söylem üzerinden geriye ve geçmişe dönüş başladı.
Bu söylem karşısında dünün bedel ödeyen Kürdünden tutalım en deopolitize ve eğitimsiz Kürde kadar çeşitli kesimlerde şu algılayışın ortaya çıktığı barizce görülmektedir : “Türkiyelilik üst kimlikse ve Kürdistan yurtseverliği yerine , Türkiye yurtseverliği esas ise, neden kendimizi üst kimliğin egemen Kültürü olan ve kurumsallaştırılan Türk kültürü ile dilinde tanımlamayalım ? ” İşte bu algılayışta 1960’lı yılların koşullarındaki gibi, kendi ulusal kimliğinden kaçış, ancak Türk ulusal kimliğine yöneliş ve öykünme sürecine geri dönülmeye başlanmış bulunmaktadır ? Türkiyelilik ve Türkiye yurtseverliğinin kitlelerdeki Kürdistanî aidiyet duygusuyla ulusal mücadelenin gerekliliğini hızla aşındırıp yozlaştırması ve karanlık bir boşluk yaratması karşısında, sosyo - psikolojik ve kültürel açıdan son 20 yılda onuruyla Kürt olduğunu söyleyen kitlelerden bazı kesimlerin kendini tanımlamaktan da kaçması, bu şekilde ortaya çıkmaya başladı. Türkiyelilik bir modernite ve buna karşın Kürdistani çizgiyi savunmak ise ilkel milliyetçilik çerçevesinde çeşitli yayın araçlarıyla yansıtılıp teşhir edilir iken, Kürtçe yerine Türkçe konuşmak da Demokratik Cumhuriyet kuşağı içindeki gençlik açısından bir modernite olarak algılanmaktadır. Bu nedenle sadece Kürt illerinde değil, ilçe, köy ve kasabalarda dahi çocukların çarşıda veya sokakta Türkçe konuşmaya başlama süreci bu şekilde ortaya çıkmaktadır. Bunda devletin yayın araçlarının da bir etkisi olmakla birlikte esas etkiyi aidiyet duygusunu parçalayan ve devletin asimilasyonist politikalarına karşı aidiyet duygusunu güçlendirici barikatlarını kurmak yerine, tümden ortadan kaldırmayı esas alan Demokratik Cumhuriyetçiliktir. Türkiyeliliğin bir üst kimlik olması ve Kürdistanî kimliğin tasfiyesiyle Kürlüğün bir alt kimlik olarak kabulünün istenmesi, Kürt ulusunda çeşitli kesimlerin moderniteyi Türkler gibi hareket etme ve günlük ilişkilerinde dahi Türkçeyi konuşmada bulmasına yol açmaktadır.
Demokratik Cumhuriyet sürecinin ortaya çıktığı son 8 yılda Kürlerin devlete aşık hale getirilmek istenmesi, Kürdistanî ülke ve ulus kimliğinin geriye çekilip hiçleştirilmesi ile doğan boşluğu Türkiyelilik ve Türkiyelilikle birlikte Türklük ve Türkün dil ile kültürü doldurmaktadır. Kürdistan’ın Diyarbakır ve Van gibi büyük şehirleri bir tarafa Nusaybin, Cizre, Kızıltepe gibi ilçelerde dahi gençlerin Türkçe konuşmaya başlamasının birinci nedeni Demokratik Cumhuriyetin yıktığı , hiçleştirdiği vatandan, iktidar hedefinden ve uluslaşmadan kopardığı Türkiye’ye bağlı alt kimlik vurgu ve kültürüdür. Her eve giren televizyonlar ise 8 yıldan çok önce 20-25 yıldır her evdedir. Asimilasyonu derinleştiren temel aygıt Türk televizyonları değil, egemen dil ve kültür karşısında Kürt dil ve kültürünü alt dil ve kültüre dönüştüren zihniyettir. Dönemin bilincini yönlendiren siyasi kurumların yozlaşması ve kendisini egemen kültürle buluşturması durumunda, buna bağlı olan kesimler yanında, örgütsüz ve bilinçsiz kesimlerin de yaptıklarında bir yanlışlık görmeyerek aynı tutuma sürüklenecekleri açık değil midir ?
Aidiyet duygusunun bu şekilde parçalanmasının önüne geçecek , alternatif bir hareket ve sivil itaatsizlik eylemleri geliştirilip ; “Kürdistan’da Kürdistan dillerini konuş” kampanyası ile “Kürdistan’lıyım, ülkemi istiyorum.” imza kampanyası, “Kürdistan’lı esnaf işyeri tabelalarını Kürtçe yaz” kampanyası, “Kürdistan’da sömürgeci devletin yerleşim yerlerine koyduğu Türkçe isimleri ve levhaları kaldır, yerine Kürtçesini koy” kampanyası gibi aidiyet duygusunu güçlendiren ve asimilasyona karşı sivil itaatsizlik çerçevesinde olsa bloklar oluşturan çok çeşitli kampanya ve toplumsal eylemlikler mevcut koşullarda geliştirilmediği sürece, 10 -15 yıl sonra çarşı ve pazarda Kürtçe konuşan kürdü bulmak zorlaşabilir. Demokratik Cumhuriyetçiler, vatan toprağı olarak Kürdistan’da ve iktidarından soyutlanmış bir hedef ve mücadelenin Kürdün mücadelesi olmadığını hala anlamamışlarsa, istisnasız hepsini ya aptal ya da uşak saymak zorundayız. Demokratik Cumhuriyetçiler, büyük gürültülerle yedi tane dershane açtı. Ancak bir iki ay sonra bu dershanelere giden öğrenci olmadığı görüldü. Bu durum bir daha vatandan, iktidar kurumsallaşmasından ve ekonomik alt yapısından soyutlaştırılmış bir çizgi ve faaliyetin sonuçsuz olduğunu ortaya koydu. Bir dil, devletinin resmi dili olmadığında ve kendi ulusal pazarı bulunmadığında, hatta bunlar kurulmak üzere hedef olmaktan da çıkarıldığında, sırf siyasi bir tutumla ailelerin çocuklarını Kürtçe gramer öğrenmeye göndermeleri olanaklı değildir. Bu durumda ailesel ve kişisel sosyo ekonomik ihtiyaçlar ağır basacaktır.
Kürtçenin metropollerde çalışırken, askere giderken ya da bir devlet kuruluşunda kişisel iş görürken veya memur olurken, herhangi bir işlevinin olmadığı ve üstelik ileride de bu dilin devletinin kurulmayacağı gerekçesiyle en fazla aile içinde konuşulacak ve belki de aile içinde konuşulması dahi terk edilmeye başlanacaktır.
Pratikte de ortaya çıktığı gibi, herkes ; “Oğlum madem Kürdistan kurulmayacaktır dilimizin devleti ve kurumları oluşmayacaktır. Madem ki bize ödettirdikleri ağır bedellere rağmen, Türkiyelilik esastır ve madem Türkiye’nin üst kimliğinin kurumsallaşmış resmi dili Türkçedir, git Türkçe öğren. Hatta git İngilizce öğren. Bunlar ileride askerde veya memuriyette bir işine yarar. Bu saatten sonra Kürtçe ne işe yarar ? Devleti olmayacak dilin gramerini bilip de ne yapacaksın ?” şeklindeki anlayışı beslemektedir. Temel ve güçlü bir kültürün dili durumunda olmayan devletli diller dahi İngilizce ve teknoloji karşısında yaşamakta zorlanır iken , ulusal iktidarlaşma, kurumsallaşma ve devletleşmeden soyutlaştırılmış bir dilin yaşatılması dahi olanaklı değildir.
Son 8 yıllık süreçteki sanat ve müziğe bakıldığında da, ulus dışı ( Kozmopolit ) ve konformist bir sanat anlayışının egemen hale getirildiğini görmekteyiz. Demokratik Cumhuriyetçiler, geçmişte Beşir Kaya bazı Kürtçe türküleri Türkçe - Kürtçe söylüyor diye bıçaklamıştı. Demokratik Cumhuriyet sürecinde ise, kendi televizyonlarında Türk sanat eserlerine yer verirken, ses sanatçısı demeye bin şahit gereken Rojin’in Türkçe parçalarına veya Neşenur Aktaş ile Ayfer Düzdaş’ın bir hilkat garibesi niteliğindeki bir satır Türkçe bir satır Kürtçe parçasına yer vermektedirler. Beşir Kaya’nın Kürt kültürüne yapacağı en büyük tahribat bile Demokratik Cumhuriyetçilerin kurumsal tahribatı yanında küçücük kalır. Demokratik Cumhuriyetçiler liderleriyle birlikte Beşir Kaya’ya özür borçludur.
Belediyelerin bütün şölenlerinde salon ve stadyum girişlerine Türk bayraklarını asan ve her ağızlarını açtıklarında ; “Ülkemiz Türkiye” diye zırlayan, Kürtçe konuşan spiker yanına mutlak anlamda bir de Türkçe konuşanını da koyarak asimilasyonu içselleştirip derinleştiren ve buna karşın hiçbir karşı blokaj faaliyeti olmayanlar da Demokratik Cumhuriyetçilerdir. Başkalaşıma uğramış ideolojik anlayış, ister istemez başkalaşıma uğramış bir kültürel ve sanatsal anlayışı ortaya çıkarmaktadır. Bir ideoloji her zaman kendi yansıması olan kültürel ve sanatsal anlayışı da beraberinde taşır. Sonuç itibariyle Ayfer ve Neşenur ve Rojin’in tutum ve parçaları karşısında Beşir Kaya’ya bir haksızlık yaptıklarını kabul etmek durumundadırlar. Demokratik Cumhuriyetçilik döneminde Kürtçe üretilen müzik kaseti, geçmişe nazaran sınırlıdır. Bu sınırlılık içerisinde ortaya çıkan müzik kasetleri ya Türkçe - Kürtçedir ya da Kürtçe olduğunda da, Türk sanatı formatı içindedir. Demokratik Cumhuriyet, ne kadar içeriksiz ve kimliksiz bir ideoloji ve siyasetse, bunun etkilediği alanda ortaya çıkan sanat da bir o kadar çarpık ve anlamsız ve sanatsal değerden yoksundur. Nice isimsiz kahramana, ülkenin dağına, ovasına ve halkına yakılması gereken türkülerimiz örgütsel bir yönlendirmeyle teslimiyetçi ve iş birlikçi Apo’nun şahsına yaktırılmaktadır. Bunu yapabilenler, ‘sanatçı’ yapılmakta, klipleri yayınlanmakta, hatta kendilerine televizyonda haftalık program yapma imkanı verilmektedir. Bu duruma düşürülüp yönlendirilenler, sanatçıdan öte, bir sanatçı müsveddesi dahi değildirler. Bunlar ile Demokratik Cumhuriyetçiler, birbirlerini karşılıklı olarak kullanmaktadır.
Demokratik Cumhuriyetçiler bu durumda olan yaratıklara Apo’lu methiye türküler yaptırırken, işbirlikçi bir duruş ve ağır tahribatlar nedeniyle sarsılan imajını duygusal düzeyde de olsa sağlama ve ayakta tutma çabası ile bu sürecin işselleştirilmesi için sanat bir araç haline sokulmaktadır. Bu tür sanatı yapan yaratıklar ise, kısa yoldan adını duyurmanın, gündemde kalmanın ve sahte de olsa, ‘sanatçı’ sıfatını almanın sonuçlarından yararlanmaktadırlar. Kullanım şekli karşılıklıdır, kirlidir. Bu dönemde üretilen müzik eserleri kadar ortaya çıkarılan birkaç sinema filmi de, Demokratik Cumhuriyetçiliğin argümanlarını yansıtmak kaygısıyla hazırlanan, sanatsal değeri ve devrimci bir niteliği bulunmayan yapımlardır. “Büyük adam küçük aşk” filmi kültür bakanlığı ile MKM’nin desteğiyle yapılmış bir demokratik cumhuriyet filmidir. Bu filimde Demokratik Cumhuriyetçiliğin pek çok tasfiyeci ve işbirlikçi argümanını buluyoruz.
Bunun yanında Demokratik Cumhuriyetçilik sürecinde devletin kendi televizyonlarında, Kürt motifli ama Türk içerikli bir dizi furyası oluşmuştur. Bu filmlerde ya kişisel bir aşk hikayesi çerçevesinde ki filmde bir iki Kürtçe türkü çalınmakta ya da Kürt feodallerinin devletle olan yakın bağları ve sosyal yaşantılarını Türk motifleriyle birleştirerek işleyen filmler olmaktadır. Giysiler ve birkaç ezgi Kürtçe olsa da dizi filmlerin bütünü Türkçedir. Bu çerçevede Kürdistan halkının Türk televizyonlarını izleyebilmeleri açısından psiko - sosyal bir neden yaratılmakta ve televizyona bağlanmaları sağlanmak istenmektedir. Sömürgeci devlet bir taraftan geçmişten beri uyguladığı cepheden Kürt kültürünü ret ve inkar yaklaşımı yanında, reddederken yandan yaklaşarak kendi formundan çıkarıp yozlaştırma ve içeriden tüketme çalışmasına başlamıştır.
İnsanların uzun yıllar büyük hedef ve amaçlar uğruna her şeylerini verdikleri ve umudunu bağladıkları bir çizginin tepetaklak edilmesi sonrasında, ağır bir şok ve hayal kırıklığı ortaya çıktı. Geçmişin bedel ödeyen ve mücadele sürecinde bedel ödediği için manevi açıdan saygı ve yardım gören aileleri bedel ödeme nedenlerinin hiçleştirildiğini gördüler. Diğer açıdan bedel ödeme sürecinde çevikleşmiş aileler, Demokratik Cumhuriyetçiliğin işbirlikçi ve uşak kimliğini sindiremeyerek uyum saplayamadılar.
Her yeni ideoloji ve siyaset kendi yansıması olan bir insan tipine ihtiyaç duyduğundan, Demokratik Cumhuriyet ideoloji ve siyasetinin kurumlardaki insan tipi de ; bedel ve emek sürecine gelmeyen küçük burjuva veya köylü kurnazı durumunda olan ve devletin resmi çizgisiyle pek de bir sorunu bulunmayıp paralel yürüyebilecek, geçmişin kaçkın tipleridir. Sonuç itibariyle geçmişin bedel ödeyenleri, kenara atılıp dıştalanırken, Demokratik Cumhuriyetin ihtiyaç duyduğu kaçkın ve devletin resmi çizgisine paralel algılayışı olan Türkiye’ci bireyler, mücadelenin ve kazanımların sahibi yapıldı. Çizgi ve değerlerin hiçleştirilmesi ile bedel ödeyen kesimlerin şok ve hayal kırıklığına uğratılması ve mücadele hedeflerinin anlamsızlaştırılması nedeniyle kitleler deopolitizasyon sürecine girdi. Geniş halk kitlelerinin politikaya ilgisi kırılma sürecine sokuldu. Hiç kimse hiçbir şeye ve hiç kimseye inanamaz duruma getirilmiş oldu. Siyasi hedef ve ideallerin de anlamı ve cezp ediciliği kitleler nezdinde öldürülüp hiçleştirildi. Bütün ekonomik zorluklar ile devlet baskınsa rağmen , yerinde direnen, bedel ödeyen Kürdistanî aileler üzerinde bilinçli bir konseptle oynanmaya başlanarak, bu ailelerden herhangi bir şahsın fuhuşa çekildiği bir ortam yaratıldı. Bu şekilde mücadele eden her aile mücadele ettiğine pişman edilir duruma sokulmak istendiği gibi, henüz mücadeleye katılmamış ailelere de korkutucu bir mesaj verilmiş oldu.
Geçmişte Türk metropollerinde fuhuş yoğunlaşırken, Kuzey Kürdistan’ın metropolleri bir tarafa kazalarında dahi, ev, işyeri ve araçlardaki fuhuşun yoğunluğu üstüne kitaplar yazılmaya başlandı. Kadın inisiyatifleri bildiri üzerine bildiri dağıtmaktadır. Kürdistan’da yoğunlaşan intiharların başka nedenleri olmakla birlikte, bir nedeni de bu fuhuş olgusu içerisine çekilen, düşürülen ve daha sonra değer çatışması yaşayarak bunalıma giren, ne yapacağını bilemez noktaya gelen gençliğin ve kadınların durumunu göstermektedir. Apo efendi, Demokratik Cumhuriyetçi anlayışıyla pratik açıdan bu şekilde kadını yüceltmektedir.
PKK’dan kopanların yazdığı kitap ve makaleler nazara alındığında, Apo Suriye’de bulunduğu sırada da ; ”Bayan eğitim grubu.” adı altında bulunduğu eve alarak kadını yücelttiği ( ! ) söylenmektedir. Apo efendinin kadını yüceltmesi bu bayanları kendisiyle cinsel ilişki kurmaya zorlaması ya da kullandığı bazı aşağılık kişilikler aracılığıyla çeşitli beyanların bu tür cinsel ilişkilere girilmesi için ikna edilmesi ya da cezalandırma sürecine alınma korkusu içerisinde isteneni yapmaları şeklinde olmuştur. Batman ve Diyarbakır’da yoğunlaşan kadınların intihar olayları incelendiğinde, aile reisleri yaşamını yitirmiş ya da zindanda veya kırda kalmış ve bu nedenle eş ve çocukları kimsesiz kalmış aileler ilk sırayı almaktadır. Bu durumdaki çocuklarımız açlık, sefalet içinde sokaklarda Bally çekmektedirler. Ya da çeşitli suçlarda kullanılmaktadırlar. Yoz ve uşak Demokratik Cumhuriyet çizgisinin bir topluma önerilmesi ve bunun değerleriyle birlikte ret edilmemesi, toplumsal vicdanı da yok etmektedir. Dün mücadele ettiği için manevi açıdan saygı gören ve maddi açıdan da fitre zekat vb yardımlarla ayakta kalan aileler, ideolojik politik inkar ile birlikte ortaya çıkan değer değişimi nedeniyle, manevi açıdan bir saygı görmedikleri gibi, maddi açıdan da hiçbir el atanları bulunmamaktadır. Buna karşın, köşe başlarını tutanlar karşılıklı olarak ihale alıp verme, ihaleden komisyon alma , yakınlarını belediyelere kadrolu olarak yerleştirme, encümen maaşı alma, milletvekili ya da belediye başkanı adayı olma yarışındadır. Demokratik Cumhuriyetçilik, var olan kurumların bir misyon kurumu olmasına son vermiştir. Var olan kurumlar ile bu kurumda çalışanlar, birer menfaat çetesi olarak uzlaşarak veya çatışarak bedellerle ortaya çıkan rantı bölüşmektedir. Demokratik Cumhuriyetçilik bunun zeminidir. Diğer açıdan bu kurumda çalışanların, geçmişte yoz olarak nitelendirilip gitmedikleri barları, kumarhaneleri ve oyun yeri olan kahvehaneleri temel meskenleri arasına aldıkları görülmektedir. Kürdistan’ın il ve ilçelerinde barlar bulunmuyor iken, Demokratik Cumhuriyet süreciyle birlikte her ile vehatta bazı ilçelere dahi barlar açılarak işletilmeye başlandı. Değerler adına içki, kumar ve futbol çığırtkanlığından uzak duran şehir nüfusu yanında köylü kesimler dahi yol güzergahlarında, tarlalarda içki içip fuhuş yapmaya, kahvehanelerde kumar oynamaya, Fenerbahçe Galatasaray maçları sonrasında kavga ve gürültüler çıkarmaya başlamıştır.
Apo, savunma ve demeçlerinde ; “Kürtleri normalleştirelim” derken, işte bu şekliyle düzenin normları içerisine çekerek , ‘normalleştirmektedir”. Düzenin normlarına uygun olarak geliştirilen ve normal bir ideoloji olarak sunulan demokratik cumhuriyet ideolojisinin zemin olduğu insan tipi ve sosyal ilişki biçimi de bu şekliyle düzenin normlarına ve kültürüne uygun şekilde geliştirilmektedir.
Yaygınlaşan diğer bir şey ise ; “Bir kilo toz , bir otobos” meselesidir. Uyuşturucunun alım ve satımı ile gençliğe yansıtılması dönemi denilmesinde bir abartı bulunmamaktadır. Bütün bunlar, Demokratik Cumhuriyetçiliğin, Apo ve konseydeki bireylerin bu çizgiyi ve sitemi takip etmesinin doğurduğu sosyal yozlaşmayı göstermektedir.
Fuhuş, içki, uyuşturucu dışında futbol taraftarlığı ve magazinel sohbetler ile mahali dedikodular ve ticari ilişkiler temel ilgi alanlarıdır. Galatasaray ve Fenerbahçe maçları oynandığında nasıl Türk metropollerinde insanlar kahvehanelerde TV başına üşüşüyorsa, bağırıp çağırıyorsa ve maç sonrasında araçlara binip zırlıyorsa, aynı şey ülkemizde de başlamış bulunmaktadır. Bu tür şeylere ilgi duymayanlar dahi, zamanını ticari işleri konuşup yapmakla geçirmektedir. Sonuç itibariyle Kürdistan sorunu hem halkının hem de dünyanın gündemindeyken, Kürtlerin gündeminden dahi çıkmıştır. Artık Kürdistan meselesini konuşanlar aydın veya politize olmuş küçük bir kesimdir. Bunlar da genelde güneydeki kazanımlar çerçevesinde siyaseti konuşmaktadır. İnsanlar siyasete tövbe edercesine tepki duyar noktaya getirilmiştir. Ağır bir şok ve hayal kırıklığı çerçevesinde görülmeyecek derecede yoğunlaşan bir deopolitizisayon ve sosyal yozlaşma boy göstermeye başlamıştır. Gerçekleşen deopolitizasyon ve sosyal yoğunlaşma demokratik cumhuriyetçiliğin siyasal ve sosyal değerleri inkarıyla başlamıştır. Geçmişin siyasi ve sosyal değerleri başkadır, Demokratik Cumhuriyetçiliğin sosyal ve siyasal değerleri bir daha başka ve böyle olmaktadır.
Sosyal yozlaşma ve geri dönüş ilişkilerinin ne kadar geliştiğini anlayabilmek açısından, sosyolojik gözlem yapmak zorunludur. Batman’a gelen Suriye’li bir Şeyh’in ziyaretine dahi 10 - 15 bin kişi civarında bir kalabalığın gittiği bilinmektedir. Geçmişten beri pek bir dinsel bağlılığı bulunmayan Omeryan köylerine gidildiğinde dahi , herkesin cüzdanında herhangi bir Şeyh’in fotoğrafı bulunmaktadır. Bir halkın uğruna bedel ödediği temel değerlerin hiçleştirilmesi durumunda, o halkın geri de olsa ortaya çıkan boşluk karşısında tutunabileceği bir şey araması bu sonucu doğurmaktadır.
Geriye dönüşüm ilişkileri ; aşiretsel ve kabile ilişkilerine yeniden dönme, feodal tarzda örgütlenme ve bunların üzerinde iş yapma olgusuna da rastlamaktayız. 1999 yılına kadar kabilecilik ve aşiretçilik bir taraftan tasfiye edilmiş, diğer taraftan rolü ve hareket alanı itibariyle etkisizleştirilmiş durumdaydı. Siyasi hedef ve kriterler çerçevesinde birey ve birey gruplarını, ilişki ve aidiyetlerini kurma sürecinin önemsizleşmesi ve dağılması ile aşiret örgütüne duyulan ihtiyaç ve dönüşüm başladı. Aşiret, kabile ya da köy oylarını birlikte bir düzen partisine pazarlamak, kişisel, ailesel veya mahali ilişkileri aşiretsel ve şiddet yoluyla çözmek, bu çerçevede devlet kurumlarına ve temsilcilerine sığınıp ilişkilenerek, diğer gruba üstünlük sağlamaya çalışmak yoğunlaşan ilişki biçimidir. Kendi kişisel ve grupsal çatışma ve çelişkilerini konuşarak halledebilen ya da geçmişte Demokratik Cumhuriyetçileri hakem kabul ederek çözen ve mahkemelere dahi gitme ihtiyacı duymayan bir halkın olayları şiddetle çözmeye yönelmesi ve üstünlük sağlamak için devletin en kontra temsilcisi de olsa ilişkilenmeye yönelmeleri ile her sorunu devlete götürmeye başlamaları ikili hukuk ve iktidar sürecinin silinmesi kadar, siyasal ve sosyal yozlaşma oranını da gösterir.
Hiç kuşkusuz sosyo-kültürel-psikolojik yozlaşma ideolojik ve siyasi yozlaşmanın hem bir sonucudur, hem de bir nedeni olarak karşılıklı etkileşimli olarak birbirini derinleştirmektedir. Bu süreç reddedilmeden ve yeni değerler ile mücadele süreçleri yaratılmadan, yeniden bir kısım Kürtlerin Kürtlüğünden utanır duruma gelmesi veya Kürtlüğünü saklaması dahi mümkündür. Tarih ve toplum doğru bir çerçevede müdahale gördüğü sürece, yaratılan yeni değerlerle gelişecektir. Bu çerçevede müdahale yapılmadığı sürece de, ortaya çıkan değişmeler bu şekliyle gerici olacaktır. Gelişme ve değişmeler iki türlüdür. Bazen geriye dönüktür ve gericidir, bazen de ileriye dönüktür ve ilericidir. Bazen de alt üst edicidir, köktencidir ve devrimcidir. Demokratik Cumhuriyetçiliğin sosyolojik, psikolojik ve kültürel sonuçları nazara alındığında da, bu sürecin bütün değer ve argümanlarıyla işbirlikçilik, gericilik ve kokuşmuşluk olduğu görülmektedir.
Demokratik Cumhuriyetçiliğin kurumsal sonuçlarına bakıldığında ; Kurumların her zamankinden daha fazla niteliksiz ve içeriksiz hale getirildiği ve mensuplarının da her şeye “He” diyen boyun eğmeci sürü niteliğindeki zümrelerden oluşturulduğu ve bu zümreler çerçevesinde Demokratik Cumhuriyetçiliğin Kürtlerde bir iç statüko olarak temellendirilmek istendiği görülmektedir. Mücadeleyle ve Kürdistanî bilinçle halkımızın ruh ve kafasından attığı sömürgeci bilinç ve bağlılıklar, Demokratik Cumhuriyet adı altındaki ideolojik politik hat ve bu hattı Kürt toplumuna götüren basın yayın araçları ve siyasi kurumlarla Kürt halkına götürüldüğü görülmektedir. Son 8 yıllık dönemde, istisnasız bütün kurumlar varlıklarına dayanak teşkil eden program ve tüzüklerinin değiştirilip inkar edilmesi yanında, isim boyutunda da kendi içeriğinden soyutlaştırıldığını görmekteyiz. Demokratik Cumhuriyetçilerin kendi parti ve kurumlarını bir Kürdistanî kurum veya parti olmaktan öte, Kürt partisi veya kurumu olmaktan da çıkarması , Demokratik Cumhuriyet ile başlamıştır. Bu kurumların Kürdi - Kemalizm’in ideolojik politik temsilcisi olarak faaliyet yapması da, Demokratik Cumhuriyet ile başlamaktadır. Yani mevcut kurum ve partilerin direk veya en direk devlet denetiminde çalıştırıldığı aşikardır. Bu dönemde de kurumların kapanıp açılması dahi, devletin istem ve ihtiyaçlarına göre gerçekleşmektedir. KNK Türk Devleti istediği için dağıtılıp kapatılmıştır. KNK’yı kapatmakla uluslar arası diplomasi ayağı tasfiye edilirken , aynı zamanda bir ulusal kurumsallaşmaya gitme gibi bir niyetlerinin kalmadığı hususunda bir güvence olması açısından da kilitlenip dağıtılmıştır. Apo’nun ortaya attığı ve ne olduğu belirsiz başkanlık konseyinin uyduğu Demokratik Cumhuriyet çizgisinde , KNK’nın yeri bulunmamakta idi. Devlete karşı samimi olduklarını ispatlamak açısından yıkmışlardır. Çeşitli Kürt eğilimlerinin Diyarbakır’da bir Kürt kongresi kurma çalışmalarının duyulması üzerine, ise söz konusu Kürt eğilimlerinin çalışmasını boşa çıkarmak için, geçenlerde yeniden KNK’nın faaliyete başlaması için bir komite oluşturulduğu duyuruldu. Daha önce kurulan KUM’da dağıtılmıştı. Demokratik Cumhuriyetçiler kurup kapatarak ya da yapıp yıkarak, diğer Kürt siyasetlerinin ihtiyaç duyacağı her şeyin içeriğini boşaltma, tasfiye etme tüketme hareketine dönüştürülmüştür.
1970’li yıllarda çeşitli Kürt hareketlerinin dağ yolunu tercih etmesi nedeniyle demokratik cumhuriyetçi Apo’nun da bu yolu deneyerek denetim altında tükettiği anlaşılmaktadır. Günümüzde diğer Kürt hareketlerinin sivil itaatsizlik eylemlerini dillendirmeleri karşısında, Apo ve Demokratik Cumhuriyetçilerin de 8 yıldır hem sivil itaatsizliği dillendirdikleri hem de sivil itaatsizlik niteliğinde hiçbir eylem ve organizasyona girmeyerek bu seçeneği denetim altında tüketim sürecine aldıkları görülmektedir. 8 yıldır Demokratik mücadele ve sivil itaatsizlik eylemlerinden bahsedip, aynı zamanda hiçbir sivil itaatsizlik eylemini yapmamaları da, diğer eğilimlerin ihtiyaç olarak dillendirdiği her hususu bir açıdan kendileri de dillendirerek ve diğer açıdan yapmayarak veya yaptırmayarak, kitleyi kontrol edip saptırarak boşa çıkardıklarını göstermektedir. Tarihsel bakış gelinen noktada geçmişe yeniden bakmaktır. Gelinen noktadan 1970’li yılların sonunda baktığımızda Demokratik Cumhuriyetçilerin silahlı mücadeleyi savunmalarının nedenini diğer eğilimlerin de çoğunlukla aynı yöntemi savunmaları ve bunun denetim altında boşa çıkarılması ihtiyacından kaynaklandığını düşünmek zorunda kalıyoruz.
1990’dan önce kendilerini Demokratik Cumhuriyetçilere yakın gösteren legal kurumlara yoğun oranda bir kitle gidip gelmekteydi. Her şubelerinin kongresinde yönetime gelmek için çeşitli gruplar birbiriyle uğraşır ve yarışırdı. Demokratik Cumhuriyet sürecine geçişle birlikte, bu kurumlara giden bir kitle yoktur. Sadece belli başlı müdavimleri gidip gelmektedir. Bu da Demokratik Cumhuriyetle birlikte, şehirdeki kitle dayanaklarının da olabildikçe daraldığını ve marjinalleşmeye doğru gittiğini göstermektedir. Çeşitli toplu eylemlerde , Demokratik Cumhuriyetçilerin bulunduğu bölüme bakıldığında, olabildikçe ruhsuz bir durumda oldukları görülmektedir. Her eyleme bir salondaki kokteyle gelme havası içerisinde katılıp yürüyebilmektedirler.
Türk devletine ; “ Senin birliğin için ve Apo’nun şahsı ile yaşam koşulları için çalışıyoruz.” mesajı dışında devlete ve topluma verdikleri bir mesaj da yoktur. Bu kurumlar Türkiyeliliği esas aldığı için, yaşası Kürdistan, yaşasın Kürt ulusu ve yaşasın bağımsızlık demek suç haline getirilerek yasaklanmıştır. Türk bayrağıyla yürüyüp yaşasın Türkiye ve yaşasın Apo diyebilmektedirler. Mevcut koşullarda Apo’nun şahsına ve yaşam koşullarına mücadeleyi kurban etmek, Kürdistan’ı , Kürt ulusunu ve iktidar hakkını katletmektir. Devletin PKK aracılığıyla Apo’nun kültüne ve yaşam koşullarına bağladığı Kürtler, vatan olarak Kürdistan’ı ve iktidar hakkının yerine, yaşasın Apo dedikçe Kürdistan’ı yok etmeye devam edeceklerdir. Mevcut koşullarda; yaşasın Apo demek, Bimre Kürdistan demektir. Yaşasın Apo demek, bimre Kürt ulusu demektir. Yaşasın Apo demek , bimre serxwebun demektir. Apo ve kültü aracılığıyla denetim altına alınan PKK’nın ve diğer kurumlarının çizgi bağımsızlığı ve hareket özgürlüğü bulunmamaktadır. Bunlar siyasette çizgi bağımsızlığı ve hareket özgürlüğünün zorunlu değer olduğunu da anlamamaktadır. Bu nedenle ipini koparma yerine, el ve ayaklarından kendini bağlayacak şekilde bütün ipleri devletin eline vermiş bulunmaktadırlar. Bu çerçevede de devletin denetim ve yönlendirilmesi altında, işbirlikçi bir savaş ve işbirlikçi bir barışa hizmet eden kurumlar ile kişilikle ortaya çıkmaktadır. Demokratik Cumhuriyetçi PKK’nın savaşı da barışı da devletin savaş ve barışıdır. Halk kitleleri doğrudan açık bir tavır içerisine girmese de , bu durumu görmeye başlamıştır. 2006 Nevruz’u öncesinde Apo’nun İmralı’ya getirilişini protesto etmek için Nusaybin ve Diyarbakır’da kitleleri kepenk kapatma eylemine çağırmalarına rağmen, Apo için kepenkleri kapatan olmadı. Bu PKK ile onun sözcüsü olan kurumların, halk üzerinde herhangi bir etki ve itibarlarının kalmadığını göstermektedir.
Kitlenin kendi çağrılarına uymasını sağlamak için , daha sonra 14 militanın katledilmesi nedeniyle, Diyarbakır’daki Demokratik Cumhuriyetçilerin, infiale kapılan halk kitleleri içerisine girerek, devletlerinin daireleri yerine, Kürt esnafına saldırarak ; “Ulusal iradeye saygısızlık edemezsiniz. Önderliğe sahiplenme çağrısına uyacaksınız. Kepenklerinizi kapatacaksınız. Önderlik için kepenk kapatmamak hakarettir.” dedikleri bilinmektedir. 1999 yılı öncesinde, bir küçük çocuğun fısıldamasıyla dahi olsa, yıllarca kepenk kapatan Kürtlerin, Demokratik Cumhuriyetçilerin resmi açıklama ve istemine rağmen, tanrıları Apo için kepenk kapatmamış olması, hem kitlenin geldiği noktayı gösterir, hem de Apo ve Apo’cuların artık kitleden kabul görmemeye başladığını ortaya koyar. Buna bağlı olarak, Apo’nun çizgisinin temsilcisi olan birey ve kurumlar da geçmişin belirleyiciliğine, etki gücüne sahip olmaktan çıkmıştır. Halkın Apo için eylem yapmayı reddetmesi, işbirlikçi ve zavallı konumunun sessizce de olsa halk kitleleri nezdinde tepki gördüğünü ve anlaşılmaya başladığını göstermektedir.
Geçmiş süreçte, çeşitli konularda ulusal ve uluslar arası çerçevede kurumların oluşturulduğu ve bunların çok sayıda şubelerinin kurulduğu bilinmektedir. Demokratik Cumhuriyetle birlikte, herhangi bir sivil kurum kurulmadığı gibi mevcutlar da bir bölümüyle kapatılmıştır. Bu kurumlara gidip gelen ve bu kurumlarda çalışabilen insan sayısı da olabildikçe düşmüştür. Yeni kurumlar açmak bir tarafa, var olan kurumlar dahi son 8 yılda kendini finanse edemez duruma düşmüştür. Halk parasal açıdan da 8 yıl öncesine nazaran, pek bir destek vermemektedir. Demokratik Cumhuriyet süreciyle birlikte kurumların ve kurumsal çalışmanın geldiği nokta da budur. Var olan kurumlar dahi devletin resmi ideolojisi ve ihtiyaçları çerçevesinde işletilmekte, Kürdistan halkının ihtiyaçlarına cevap vermemektedir. Öz yurtsever kurum olmayan ve hetrojen demokratik kurumlar olan çeşitli dernek, sendika ve vakıflardan da dıştalanmaya başlandıkları görülmektedir. Demokratik Cumhuriyetçiler Demokratik Cumhuriyet sürecinden önce, bütün Kürt kesimlerini gerek kendi kurumlarına gerekse başka eğilimlerin de bulunduğu hetrojen kurumlara çekerek, sivil kurumlarda belirleyici bir güç iken ve üstelik bu gücüyle yönetimleri ve ittifakları saptarken, kitlesel anlamda yoğun bir daralma ile karşı karşıya kaldıklarından ve kendi kitlelerini dahi kongrelere getirtebilecek motivasyonu sağlayacak bir ideolojik politik çizgiden yoksun olduklarından, pek çok sendika ve dernek yönetiminden tasfiye edilmişlerdir. Bu durumda Kürt ulusuna iktidar istememeyi salık veren ve iktidar istemeyi hastalık olarak nitelendiren ve sadece sivil kurumlarda örgütlenmekle güç olunacağını ve özgürlük sağlanacağını zırvalayan Demokratik Cumhuriyetçilerin hetrojen sivil kurumlardan da dıştalanmaya başlandıkları ve etkilerini kaybettikleri görülmektedir. Buna karşın kendi homojen sivil kurumları dahi çeşitli şubeleriyle kapanırken, bakiyede kalanlar ise kitlenin gidiş gelişini sağlayamaz duruma düşmüştür. Mevcut çizgide söz konusu kurumların ve bu kurumlarda Demokratik Cumhuriyet ideoloji ve siyasetini temsil eden bireylere herhangi bir değer ve anlam verilmemektedir. Demokratik Cumhuriyetçilerin kurumları Kürdistani kimlik taşımadıkları ölçüde Kürdi kimliklerini de kaybetmeye başlamıştır. Bu kurumlar bir mücadele örgütlenme ve yoğunlaşma aracından öte, kişisel anlamda buluşma noktası gibidir. Müdavimleri açısından ise kendilerini maddi ve manevi açıdan tatmin etme ve geçirme araçları durumuna gelmişlerdir. Demokratik Cumhuriyetçiler geçmişte kendi kurumlarına bir yönetim kurulu oluşturmak ya da komisyonlarda bireyleri çalıştırmak için herhangi bir sıkıntı çekmemekteydiler. Tam tersine gönüllü olarak çalışmak isteyen ve bunun için yarışan insanlar mevcuttu. Demokratik Cumhuriyetçiliğin yol açtığı hiçleştirme , deopolitizasyon ve tepki nedeniyle artık pek çok sivil kurumlarına ve şubelerine yönetici ve çalışan bulamamaktadırlar.
Demokratik Cumhuriyetçiler kendi gazete ve dergilerini dağıtacak gönüllü kişilikler bulamadıkları gibi, artık bunların yayınlarını okuyan ve satın alma gereksinimi duyan kitle oranında da çok büyük bir daralma gerçekleşmiştir. Bunların ölçüleri, Kürtlerin ölçüleri olmaktan çıkmaktadır. Kürt halkı Demokratik Cumhuriyetçiliğin ölçü ve değerlerinin, devletin ölçü ve değerleri olduğunu görmeye başlamıştır. Kürt halkı alternatif bir çizgi beklemektedir. Önemli olan bu alternatif çizgiyi halkın önüne koyabilmektir.
Demokratik Cumhuriyetçilerin 1999 yılı sonrasında yapılan ilk seçim olan 2002 Türkiye Genel Seçimlerinde aldıkları oy ve kaybettikleri belediyeler de Apo’nun işbirlikçiliği çerçevesinde ortaya çıkan Demokratik Cumhuriyet ideoloji ve siyaseti ile ilgilidir. 2002 yılından önceki seçimleri pek önemsemeyen ve büyük yoğunlukla kıra yüklendiklerini iddia eden Demokratik Cumhuriyetçilerin 2002 yılı seçimlerinde bütün kurum ve kadrolarıyla seçime yoğunlaştıkları bilinmektedir. Öte yandan seçimlere önem verilmemesi veya göçertme nedeniyle kütüklere yazılı olmayan kitlenin de 2002 yılı seçimleri öncesinde kütüklere yazıldığı bilinmektedir. Bunun yanında 4 yıl önceki son seçimden sonra 18 yaşında giren ve oy kullanma hakkı elde eden bir nüfus ve seçmen artışı da ortaya çıktı. İşbirlikçilik siyasetinin bir parça prim görmesi açısından, devletin önceki seçimlerde görüldüğü gibi oy sandıklarını kaçırma, yakma, değiştirme ya da Kürt sivillerine tehdit ve işkenceyle oy kullandırtmama gibi yollara başvurmadığı da görüldü. Ayrıca çok ufak bir oy oranına sahip olsalar da Türkiye’li çeşitli siyasi parti ve gruplarla ittifak politikası geliştirerek birlikte seçime girmelerine rağmen, aldıkları oy oranının düştüğü ortaya çıktı. Belediye seçimlerinde ise yeni belediyeler kazanmaktan öte eldeki belediyelerin bir bölümünü de kaybettikleri gibi, kazandıkları belediyelerde de geçmişe nazaran oy kaybına uğradılar. Bu oy kayıpları bugün itibariyle daha da yoğunlaşmıştır. Hala potansiyel olarak bir oyun var olması ise, yurtsever Kürtlerin oy verebileceklerin alternatif bir çizginin ortaya çıkmamasından ve öte yandan daha da kabaran Türk ırkçılığının Kürtleri Demokratik Cumhuriyetçilere oy vermeye yöneltmesinden kaynaklanmaktadır. Demokratik Cumhuriyetçilerin ağır bir oy kaybına uğraması da tabandaki rahatsızlık, daralma ve tepkiyle ilgilidir. Bu rahatsızlık, daralma ve tepki işbirlikçi Demokratik Cumhuriyetçilik ile Apo’nun zavallı duruşuna rağmen terk edilmemesinden kaynaklanmaktadır. Demokratik Cumhuriyetçilerin uğradıkları oy kaybı ve buna karşın AKP ile diğer düzen partilerinin geçmişe nazaran ulaştıkları büyük oy oranı açık alandaki seçimlerde de devletin kendi partileriyle boşalan alana yerleştiğini ve bir anlamda alan kaptığını göstermektedir. Demokratik Cumhuriyetçilerin partileriyle AKP ve ANAP’ın söylemleri arasında herhangi bir fark görülmemektedir. Eğer bir farktan söz edilecekse, sadece detay ve üslup farkıdır. Bu durumda partilerinin bir misyon partisi olmasına neden olabilecek bir ideolojik politik hedeften yoksundurlar. O nedenle de bütün işkence ve öldürmelerine rağmen oy veren Kürtlerin önemli bir bölümü oy vermeme tavrına girmesi öncelikle bu duruma bağlıdır. Toplumsal ve tarihsel hedeflerin hiçleştirilmesi ve bedel ödeme gerekçelerinin yozlaştırılıp ortadan kaldırılması karşısında kişi hangi düşünce ve aidiyet duygusuyla oy verebilir ?
Elbette bu durum belli kesimleri ; “Madem bu hiçtir ve bütün acılarımıza rağmen aldatılıyoruz o zaman oylarımızı AKP’ye ANAP’a verelim. Hangi parti köyümüze yol yapacaksa ya da aşiret , kabile ve ailemizden birilerine iş kadrosu verecekse oylarımızı onlara satarız. Etkili olabilmek için dağılmış aşiretçilik ve kabilecilik ilişkilerini yeniden toparlarız.” anlayış ve söylemine yöneltmiştir. Bu alandaki tahribatlarından da anlaşılacağı üzere , Demokratik Cumhuriyet ideoloji ve siyasetiyle hiçbir alan kazanılamaz ve hiçbir alanda herhangi bir gelişme gösterilemez. Demokratik Cumhuriyetçilik kaybettirilmek ve bitirilmektir konseptidir.
Demokratik Cumhuriyetçiliğin hukuksal sonuçlarına bakıldığında ; İkili iktidar ve ikili kültür sürecinin kaybolması yanında ikili hukuk olgusunun da tasfiye olduğu görülmektedir. Mahali veya bireysel sorunlarda dahi artık Demokratik Cumhuriyetçileri arabulucu, hakem veya olay çözücü niteliğinde görmemektedirler. Devletin temsilcilerini ve mahkemelerini tek başvuru mercii olarak işletmektedirler. Bu da toplumdaki etki ve itibarlarının tasfiye sürecine girdiğini göstermektedir. Demokratik Cumhuriyetçilerin hala tabanlarında bulunan kesim üzerindeki belirleyicilikleri dahi sarsılmış ve herhangi bir itibarları kalmamıştır.
Uluslar arası hukuki meşrutiyet açısından bakıldığında da, her ülkede kurdukları birimlerle uluslar arası diplomasiyi etkin şekilde işletmeye çalışan Demokratik Cumhuriyetçilerin hem bu alanı boşaltması , hem de hedef ve amaçlarının mevcut resmi çizginin dışına taşmaması ve ne istediklerini belirsizleşmesi ile bütün bu olgulara rağmen amaçsız bir şekilde silah taşımaları pek çok ülkede oluşturulan ‘terörist’ listelerine alınmalarına yol açtı. Bu açıdan uluslar arası hukuk ve meşruiyet yönünden kendi meşruiyetlerini kaybetme süreci başladı. Bundan daha önemlisi hedef ve amaçlarını inkar ederek ve devletin ideolojik referanslarına gelerek, kendi geçmişlerinin gayri meşruluğunu ortaya koymuş oldular. Bütün ideolojik politik referanslarını ret ve inkar etmek ve kendini başka bir üslupla da olsa devletin ihtiyaç ideolojik referanslarında tanımlamak ister istemez kendisini inkar etmeye ve önceki referansları çerçevesinde ortaya çıkan pratiğinin gayri meşruluğunu kabullenmeye düşürecektir. Nitekim düşürmüştür.
73’ten 99’a kadar var olma gerekçelerini gayri meşrulaştıran bir hareketin bulunduğu süreç ve noktada da kendi meşruluğunu kabul ettirmesi olanaklı değildir. Öte yandan PKK ve kurumlarındaki iç işleyiş hiçbir kural ve ölçüye uymadan her türlü değeri inkar çerçevesinde keyfi olarak belirlenmesi süreci İmralı dönemi ile yoğunlaşmıştır. Ordunun verdiği talimat ve ihtiyaçlara göre, bütün müritler Apo’dan talimat beklediğinden, sistem içinde var olabilmenin temel koşulu olan bağımlı kişilik olmada yarıştıklarından, bu kurumların karar ve işleyiş süreçleri de hak ve adalet çerçevesinde bir hukuka ve standarda gelmekten tümden uzaklaşmıştır.
Demokratik Cumhuriyetçiliğin örgütsel sonuçlarına bakıldığında ; Yukarıda da belirttiğimiz gibi modern bir ulusal örgüt olmadığı açıklığa kavuşmuştur. Modern bir ulusal bir örgüt olmak bir tarafa , bu örgütü yönlendiren tek kişi olan bireyin devletin kontrgerilla kanadıyla birlikte olması nedeniyle , ulusal değerlerle hiçbir ilişkilerinin olmadığı perde önüne çıkmıştır. Bunlar ulusal bir rota içerisinde değildir. Var olanı 1990 yılı başından itibaren hızla bir şeyh - tarikat - mürit ilişkisine bezenmiş bir yapı olduğu 1999 yılı itibariyle tartışmasız hale gelmiştir. Hatta Apo’nun kültüyle kendini bir Şeyh noktasında tuttuğunu söylemek dahi zordur.
Bir tarafta devletin öldürmelerle gerçekleşen tasfiyeleri, diğer taraftan Apo’nun çeşitli iftira ve komplolarla en bilinçli ve eğitimli kadroları tasfiye etmesi neticesinde ; geriye ya köylü ya da aydın karakteri olsa dahi iradesi ve kişiliği kırılıp teslim alınmış, inisiyatifsiz, her durum karşısında sorgusuz sualsiz, kendine güvensiz, bağlılık adına bağımlı , şeyhin söyleyeceği en aptalca şeyde dahi bir hikmet bulan veya bulmasa dahi her şeyi kabullenmiş ve koşullanmış kişiliklerden oluşan bir sistem tiplerinin oluşmasına yol açmıştır. Apo ile Demokratik Cumhuriyet ideolojisinin tahribatı bir yana , söz konusu örgütsel sistem ile işleyişinin de tahribatta ağır bir unsur olduğu kesindir.
Bu örgütsel sistem ; ufku ve iradeyi öldüren, hiçleştiren, koşullanmış birey dışında kadro olmaya imkan vermeyen gerici bir sistemdir. Geçmişte söylemlerinde bazı özlemleri kullandıkları için lojistik, parasal ve istihbarat ile eleman almada herhangi bir sıkıntı çekmemekteydiler. Buna karşın son 8 yıllık süreçte, Kürtlerin parasal yardımda bulunmadığı, aynı zamanda Kuzey Kürdistan’da örgüte eleman kazandırma imkanlarının geçmişe nazaran çok sınırlandığı ve büyük ölçüde lojistik ve istihbarat desteğini de kaybettikleri anlaşılabilmektedir. Örgütsel yapı da moral, motivasyon ve psikolojik üstünlük açısından sıfır noktaya geldi. Mücadele etmeye veya moral motivasyona sahip olmaya neden olabilecek herhangi bir hedef göstermekten yoksundurlar. On bin kişilik militan yapının yarısından fazlası kopup dağılmıştır. Bunun dışında devletin bri karakollarına teslim olmalar da en had safhaya ulaşmıştır. Mevcut ideolojik politika bazı kadrolarda bir güven ve inanç yaratmadığından, mücadele motivasyonu sağlamadığından sevk ve idarede sorunlarla karşı karşıya kaldıkları da aşikardır. Demokratik Cumhuriyet sürecindeki kopmalar dışında, örgütsel bir bölünme de yaşanmıştır. Örgütsel yapının Demokratik Cumhuriyet çizgisinde daha da ısrar etmesi halinde, kitlesinden de tümden kopma ve varolan yapının da daha da dağılıp marjinalleşerek 15 - 20 kişilik yüzlerce grupçuk ve inisiyatife bölünerek, tümden tasfiyesi gerçekleşebilecektir. O noktaya gelindiğinde , söz konusu yüzlerce grubun , gerek içeride , gerekse dünyanın çeşitli ülkelerinde PKK’ya ait olduğu söylenen, ancak Kürt halkından alınan paralarla satın alınan ya da kurulan işyerleri, fabrika ve şirketlerin bölüşümü üzerine bir çatışmaya girebileceklerini düşünüyorum. Dağılmanın son aşamasındaki çatışmalar mal kavgası üzerinde olacaktır. Bu mal kavgaları yönünden bireyler, gruplar ve kilikler çatışırken kendi çalışma nedenlerini de sahtekarca ideolojik politik bir görüntüye büründürerek yansıtmaya çalışacaklardır. Çeşitli gruplar bu çatışmaları siyasi bir form içinde sunmaya çalışsa da, öz değişmeyecektir.
Aslında ABD’nin İran’a müdahale edeceği gerekçesiyle, Türk ordusunu PKK’yı bahane etmeye ve bu bahane üzerinden Doğu ve Güney Kürdistan sınırına “Asker sevk etmeye ihtiyacı olduğundan dolayı” yapılmak istenen ertelenmiştir. Yapılmak istenen militanlara bir af çıkarılarak teslim alınmaları ve % 10’luk seçim barajının da % 5’ e indirilerek DTP çevresinden bir grubun milletvekili seçilmesinin sağlanması ve alt kimliğin kabulüdür. Bu Türkiye’nin de istemdir, 1963’ten bu yana devam eden Avrupa’ya giriş konseptiyle uluslar arası taahhütlerine paraleldir. Bu çerçevede şu ana kadar dağılan, çözülme sürecine giren ve artık eleman örgütlemekte zorlanan örgütün teslim olma süreciyle birlikte tümden bitirilmesi sağlanacaktır. Bunlar sistem içerisine fiziksel açıdan da çekildiğinde kimisinin intihar edeceğini, kimisinin çek senet mafyasına dönüşeceğini, kimisinin devlet çeteleri ve kontrgerilla aygıtında yer alarak kuzeyli yurtsever devrimcilere ve güneydeki güçlere karşı gerçekleştirilecek saldırılarda kullanılacağını, kimilerinin devlet güdümlü bir legal partide çalıştırılacağını ve kimilerinin de bu durumları kabul etmeyerek ve sindirmeyerek bunalıma düşüp kendisini deopolitizasyona ya da bohem bir yaşantıya vurabileceğini, bazılarının ise kendilerinde oluşan açlıklara yanıt bulmak için, ölçüsüz yozlaşma süreçlerine başvurabileceğini, sonuç itibariyle küçücük grupçuk ve inisiyatifler şeklinde darmadağın olacaklarını öngörebiliyoruz. Tıpkı bu makaleye konu ettiğimiz her alanda ve her anlamdaki tahribatları, 1999 yılında Demokratik Cumhuriyet çizgisinin ortaya atıldığı gün itibariyle öngördüğümüz gibi. Demokratik Cumhuriyetçiliğin ne olduğu ile ne tür sonuçlara yol açacağı hususunda, bekleyip görmeyi gerektiren bir durum söz konusu değildi. Kendi ideolojisiyle örgütlü irade ve inisiyatif sahibi Kürdistan’lı yurtsever devrimcilerin bir an için dahi dönmelik ve uşaklık dışında bir şey olmayan bu çizgiyi kabullenip sindirmesi olanaklı değildir.
İşbirlikçi ya da aptal olmayan her insan daha ilk gün itibariyle bu geriye dönüşü ve inkar ilişkisini sömürgecilikten kaynaklanan gericiliğe eklemlenme ve tasfiyecilik olduğunu görebilecek durumdadır. Demokratik Cumhuriyet ideoloji ve siyasetiyle Apo efendinin sisteminde daha da ısrar etmenin ileride götüreceği son nokta analiz ettiğimiz çerçevede şekillenecektir. Türk devleti için Apo’yu kullanarak ve başka yollardan PKK’yı etkileyerek, Demokratik Cumhuriyetçilerin ellerindeki silahları önce güney Kürdistan’lı güçlere ve daha sonra Doğu Kürdistan’lı güçlere yöneltmek, aynı zamanda kuzeyli grupları da sindirip katletmek, sonuç itibariyle Kürdistan’ı istikrarsızlaştırıp denetim ve kontrol altına almak için en önemli güncel hedeftir. Bu nedenlerle Demokratik Cumhuriyetçilere af istemi tehlikeli ve gerici bir taleptir. Af Demokratik Cumhuriyetçilerin küçücük gruplar şeklinde parçalanarak sosyal ve siyasal yozlaşmayı derinleştireceği gibi sömürgeci devletlerin çeşitli kurumlarında birer unsur haline getirilerek, daha doğrudan bir yönlendirme altına alınacaklardır. Demokratik Cumhuriyetçilerin bu çizgi ve sistemden koparılması mazlum Kürt halkının geleceği açısından zorunludur. Bunların güneydeki peşmerge içerisinde ya da herhangi bir güney kurumunda konumlandırılması dahi vurguladığımız tahribatların ortaya çıkmasını engeller. Bu açıdan güneyin herhangi bir kurumunda vatandaş olarak konumlandırmak dahi afa nazaran çok daha iyi sonuç verecektir. Seçim barajını indirerek veya indirmeden bağımsız adaylarla Türk meclisine girilmesinin sağlanması, bir af çıkarılması, devletin kontrgerilla eylemlerine ( faili meçhul vs ) son vermesi ve köye dönüşlerin sağlanması ile bireysel bir kültür haklarının kabul edilmesi çerçevesinde fiziki teslimiyetin anlaşma koşulları aranmaktadır. Bu tür talep ve şeylerin Kürdistan sorununun çözümüyle bir ilişkisi bulunmamaktadır. Bu talepler devlete 1970’lerin sonuna ve 1980’lerin başına geri dönme koşullarının yaratılması karşılığında sistem içerisine yerleşme ve sömürgeci statükoyu kabul etme önerisidir. Tek fark 26 yıl öncesine nazaran birkaç menfaat çetesi demokratik cumhuriyetçinin bu çizgide Kürtlerin temsilcisiymiş gibi meclise girmesi sağlanmış olacaktır. PKK silah patlatmadan herhangi bir Kürt gencinin bir af sorunu olmadığı gibi, köyden sürülmenin doğurduğu dönüş sorunu da bulunmamaktadır. İttihat-ı Terakki’nin kuruluşundan beri Türk devletinin yapısı içerisinde kontrgerilla vardır. Türk kontrgerillası tehlike olarak nitelendirdiği bir siyasal mücadelenin kendini göstermeye başladığı anda aktif hale getirilmekte, buna karşın diğer süreçlerde ise pasif olarak sistem içerisinde bekletilmektedir. İttihatçılık ve Kemalizm sürekli faşizmdir. Siyasal mücadelenin yükseldiği dönemde Türkiye’nin sürekli faşizmi açık faşizme dönüştürülerek uygulanmakta, buna karşın siyasal mücadelenin olmadığı ya da yenildiği süreçlerde ise açık faşizmin uygulanmasına ihtiyaç kalmadığından örtülü faşizm şeklinde uygulanmaktadır. Kontrgerilla eylemleri açık faşizm uygulamasının ürünleridir. Kürtlerin faşist sömürgeci emperyalist bir devletin bir unsuru olmak şeklinde bir hedefleri yoktur. Demokratik Cumhuriyetçilerin af istemi, suçluluğunu ve gayri meşruluğunu da kabul etmektir.
Demokratik Cumhuriyetçiliğin ekonomik sonuçlarına bakıldığında ; hazinesi boşalmış , enflasyonu üç rakamlı duruma çıkarak hiper enflasyon yaşayan , sermayenin yatırımı ve dolaşımı için içeriden ve dışardan ihtiyaç duyulan zemin ve istikrarı bulamayan, bu nedenler ile ağır ekonomik krize sürüklenen devleti çözülmekten kurtaran da işbirlikçi Demokratik Cumhuriyet sürecinin geliştirilmesi ile kontrol ve denetim mekanizmalarının doğrudan kurulmaya başlanmasıdır. 2001 yılının başında Türkiye’de ortaya çıkan ekonomik kriz, 1984 yılından itibaren devam eden düşük yoğunluklu savaşın, operasyon harcamalarının ve diğer askeri harcamaların hazineyi boşaltma sonucunu doğurması neticesinde ortaya çıktı. Dolayısıyla 1999 yılından itibaren , birkaç yıl için dahi bu işbirlikçi Demokratik Cumhuriyetçilik çizgisine gelmedikleri takdirde, sömürgecilik statükosunun çözülme sürecine gireceği aşikardı. Demokratik Cumhuriyetçilik , sömürgeci statükonun sistemiyle birlikte çözülüşünü engelleyen, mevcut statükoyu kabullenip güçlendiren ve devletin temel ideolojik politik referanslarını esas alma sürecinin adıdır. Bu süreçle birlikte, Kemalizm ideolojik ve pratik anlamda topraklarımızda kaybetmeye başladığı mevzii ve alanları yeniden kazanarak , geriye çekilmiş ideolojik politik kültürel kuşatmasını, ekonomik ve siyasal kurumsallaşmasını yeniden oturtma , hissettirme dönemine girmeye başladı. Çekilme ve tasfiyeciliğin doğurduğu boşluğu , her açıdan doldurmaya başladılar. Kürdistan ve Kürt ulusunun ekonomisinin 1999 yılı başına kadar geldiği nokta ise, bir anlamda yıkımdır. Devletin operasyonları neticesinde Kürdistan’daki orman, bağ, bahçe ve ağaçlık alanlar, bütün tabiat örtüsüyle birlikte yakıldı.
4600 köy yakılıp yıkılarak boşaltılmış, kır nüfusundan 4 milyon insanımız zorla Türkiye metropollerine karın tokluğuna çalışan ucuz iş gücü olarak sürülerek, Türkiye ekonomisine ucuz emek yönünden artı değer transferi sağlanmıştır. Kürdistan’da kır alanındaki tarımcılık ve hayvancılık 1993 yılı başından itibaren yıkıma uğratılmaya başlandı. Kırdaki tarım ve hayvancılığın, diğer bir değişle kır ekonomisinin altyapı, emek gücü ve üretimiyle birlikte yıkıma maruz bırakılması, beslemekte olduğu Kürt şehir ekonomisini de kuruttu.
1990 ile 1999 yılları arasında, Kürdistan şehirlerinde süreklilik oluşturacak tarzda, bazen ayda bir, bazen de haftada birkaç kez kepenk kapatma eylemlerinin düzenlenmesi için çağrı yapılması, şehir ekonomisini de büyük oranda tahrip etti. Bu yoğunlukta süreklilik arz edecek şekilde gerçekleştirilen kepenk kapattırma çağrıları esnafta bıkkınlığa da yol açtı. Esnaf, köylüler ve işçiler ise daha da yoksullaştı. Sermayedarlar ise ellerindeki sermaye ile birlikte daha yüksek ve daha büyük bir yoğunlukla Türkiye metropollerine yerleşmeye başladı. Bu çerçevede var olan ticari sermaye de Türkiye metropollerine kaçtı.
4600 köyü yakılıp yıkılarak boşaltılan ve 4 milyon insanı asimilasyon ve başkalaşıma uğrayarak ucuz iş gücü olmak üzere sürülen ve 20 yıllık süreçte 125 bin faili meçhul öldürme, yaralama ve kundaklama olayına maruz kalan Kürt ulusu, en ağır bedel süreçlerinden geçirildikten sonra, dalga geçercesine bu bedellerin yöneltildiği hedeflerin satılışıyla karşı karşıya bırakılması , ideolojik politik inanç ve motivasyonun tüketilmesine, tarih bilinci ve toplumsal ütopyanın hiçleştirilmesine, ağır bir deopolitizasyona, sosyal ve siyasal yozlaşmaya da yol açtı. Kürt ulusunun 1937-38 yenilgisinden sonra ortaya çıkardığı yeni kuşakların ve dinamiklerin kabaran enerji, sinerji, inanç ve tepkileri bu şekliyle en üst noktaya çıkarıldıktan sonr , denetim altında boşluğa bırakılarak, hiçbir sonuca gitmemesi sağlandığı gibi, bir daha mücadele etmeye de “Tövbe“ ettirme sonucunu doğuracak Demokratik Cumhuriyetçilik süreci başlatıldı.
Kuzeyde 100 yılı kazanacak halkımıza, 100 yıllık bir tarih kesitinin kaybettirilmesi, dinamikleri, sinerji ve enerjisi yanında altyapısıyla birlikte tahrip edilmesi sağlanmış oldu. Demokratik Cumhuriyetçilik 100 yıllık bir zaman sürecinin her açıdan Kürt ulusuna kaybettirilmesi konseptidir.
1938’den itibaren toplanmış enerji, sinerji ve tepkinin yeni kuşaklar şahsında 1970’lerde kendini açığa çıkarmaya başladığı bilinmektedir. Bir yenilgi ve bunun getireceği tahribatlar sonrasında toplum yeniden enerji kazanmadan ve yeni kuşaklar ortaya çıkmadan yeniden hamle kazanmanın imkan dahilinde olmadığı bilinmektedir.
1938’den itibaren topladığı güç ve enerjiyle 70’li yılların başında hamle kazanmaya başlayan Kürt halk kesimlerinin tepki ve enerjilerinin 1999 yılına kadar denetim altında en üst noktaya çıkarılarak son 8 yılda ise hiçleştirme ve şok çerçevesinde boşluğa ve karanlığa akıtılması nedenleriyle sadece geçmiş yıllar kaybettirilmiş değildir. İçinde bulunduğumuz süreç kadar önümüzdeki gelecek süreçlerin de kaybettirilmesi konseptidir. Çünkü bütün enerjisi ve dinamikleri en üst noktadan boşluğa akıtılarak hiçleştirme çerçevesinde şok ve hayal kırıklığına uğratılmış ve kendisiyle oynanmış duruma sokulmuş bir halkın eski direniş iradesini göstermesi, politikaya sıcak yaklaşması , istekli olması , birbirine güvenmesi, herkesin kendisinden bir şeyler bekleyerek katması sanıldığı kadar kolay değildir. Bu tahribatlar çerçevesinde başka bir oluşumun umut ve çekim gücü olmasının koşulları da büyük ölçüde yok edilmektedir. İşte bu nedenlerle, Demokratik Cumhuriyetçilik adlı işbirlikçilikle ortaya çıkan durum ve tahribatlar geçmiş tarihte gerçekleşen 28 ayaklanma sürecindeki yenilgilerden farklıdır. Tarihte gerçekleşen 28 ayaklanma ulusal ve uluslararası şartların uygun durumda olmaması, güç dengeleri arasında ağır bir fark bulunması, iletişim araçlarının yokluğu ile katı feodalizmin kendi içerisindeki bölünmüşlüğü yanında burjuva bir aydın kesiminin dahi bulunmamasıdır. Bu tür neden ve dez avantajlarla sömürgecilerin dış destekleri durumunda olan emperyalist devletler karşısında tarihte gerçekleşen 28 ayaklanma yenilgi sürecine uğramış olsa dahi aidiyet duygusunu canlı tutup güçlendirmiştir, tarih yaratmıştır, kendini inkar etmediğinden bu tarihin ve bu pratiğin sırtına basılarak diğer bir pratik geliştirme olanağı vermiştir. Demokratik Cumhuriyet ise kendini inkar çerçevesinde karanlık bir tuzak çukuru ve tasfiyecilik şeklinde gerçekleştiğinden, Kürt ulusunu kendi tarihinden kopararak sömürgeci tarihin üzerine oturtmayı amaçladığından sonuçları itibariyle tarihimizdeki en tahripkar sürecin adıdır. Şeyh Sait ve Seyit Rıza’lar yakalandıklarında dışarıda mücadeleye devam edebilecek arkadaşları dahi bulunmamaktadır. Demokratik Cumhuriyetçilerin şeyhinin yakalandığı süreçte ise her şey yerli yerinde durmasına rağmen bu zavallı kişiliğin kültü ve kişiliğinde teslimiyet, işbirlikçilik ve tasfiyecilik süreci gerçekleştirilmiştir. Tarihte gerçekleşen 28 Kürt ayaklanmasında liderin işbirlikçiliği ve kendisini yol arkadaşlarına karşı kullandırtması olgusu görülmezken , bu süreçte bu olgu da ortaya çıkmıştır.
Sonuç itibariyle Kürdistan’ın kır ve şehir ekonomisinin gördüğü büyük tahribat 100 yıllık bire süreçte dahi giderilemeyecek bir tablo ortaya çıkarırken, devletin hassasiyetlerine göre yol almaya ve devleti güçlendirmeye yönelen Demokratik Cumhuriyetçilik sayesinde ise, Türkiye ekonomisinde birikimler neticesinde 2001 yılı başında patlak veren ağır kriz aşılmış, enflasyon % 8’e indirilmiş ve hazine yeniden gerekli dayanaklara kavuşturulmuştur. Büyük yıkımlarla Kürt halkının dinamikleri her anlam ve alanda tasfiye edilip büyük yıkıma uğratılırken, Türk ordusunun operasyonel bir güç olmasına ve bilenmesine imkan sağlandığı gibi, son 8 yılda ekonomisinin de güçlenmesine, enflasyonu tek haneye indirmesine, kendisini her açıdan toparlamasına imkan sağlanmıştır. Durum bu olduğuna göre, Demokratik Cumhuriyetçilerin savaş ile barışı kimin savaş ve barışıdır ? Demokratik Cumhuriyetçilerin savaş ve barışı kimin yararına yapılmaktadır ?
Demokratik Cumhuriyetçiliğin tarihsel sonuçları açısından bakıldığında ; sömürgeci devletlerin 19. yüzyıldan itibaren yöneldikleri ve Lozan Antlaşması’ndan sonra Sadabat Paktı, Bağdat Paktı, Sento ve Cento gibi antlaşmalarla daha da somutlaştırdıkları ; “Kürdistan’ın mezara gömülmesi ve her dirilişte imhalarla yok edilmesi” hedefinin ilk kez Kürt siyasetini temsil ettiğini ileri sürenlere kabul edilerek uygulanmasıdır.
1937 ve 1938 yıllarına kadar ortaya çıkan bütün Kürt ulusal ayaklanmaları, medrese aydını ve toplum filozofu Ehmede Xani’nin Mem u Zin adlı mesnevisinde sistematize ederek ortaya koyduğu devletleşme ve özgürleşme hedefini gerçekleştirmeye dönüktür.
Bu hedef ve özlem ; Kürdistan’ın dört parçasında ulusumuzun bedel ödemesinin temel nedenidir.
Ağrı ayaklaması ( Agiri - Ararat ayaklanması ) bastırıldığında, Milliyet gazetesinde yayınlanan bir resimde, Ağrı Dağı’nın doruğunda betonlanmış bir mezar çizilmiş ve altına da ; “Hayalî Kürdistan burada meftundur , betonlanmıştır.” şeklinde yazılmıştı. Bütün Kürt ayaklanmaları, Kürdistan hayalini somut gerçeğe dönüştürme, yani yaşama geçirme çabasıdır.
Politika da ; teorik doğruların somut yaşama aktarılması çabası dışında bir şey değildir. Bu nedenle, bu ayaklanmaların bütünü Kürt ulusu ve Kürdistan adına tarihsel hakları arama, politika yapma ve hedefi yaşatma çabasıdır. Apo ve PKK’nın Demokratik Cumhuriyetçiliği, temel tarihsel haklar olan ülke, ulus ve hak eşitliğine dayalı iktidar hakkının sömürgeci sistemin temel referanslarına paralel olarak red ve inkarının kabulü ve mevcut hedeflerin öldürülmesi ile Kürt ulusunun politikasız hale getirilmesidir. Kürdistan’ın imhası ve bir daha görülmeyecek şekilde toprağa gömülüp betonlanması, sömürgeci devletlerin temel tarihsel söylem ve hedefidir.
Genel Kurmay’ın, önce Apo’ya ve bu tip aracılığıyla örgütü PKK’ya ; “Kürdistan’ı bir kelime olarak kullandım. Bağımsızlık federasyon , konfederasyon, özerklik istemiyoruz, gerekli de değildir. Türkiyelilik kimliği altında bir alt kimlik olarak kimliğimiz, dil ve kültür haklarımız kabul edilsin yeterlidir.” saptamalarıyla, 1963 yılından bu yana devletin uluslararası antlaşmalarda ileride yerleştirmek ve uygulamak üzere kabul ettiği konseptine oturtmuş oldu.
- Bu çizgi ve sözlerle ; - sömürgeci devletlerin hedef ve söylemleri ; - kendilerini Kürtlerin siyasi temsilcisi olarak yansıtan Apo’nun PKK’sı ve Demokratik Cumhuriyetçilerin söylev ve hedeflerine dönüştürülerek, tarihte ilk kez ; Kürdistan Ülkesi Kürtler üzerinden ve Kürtlerin eliyle toprağa gömülme eylemi yapıldı. İdrisi Bitlisi , 11 Kürt beyini Yavuz Sultan Selim’e biat ettirerek ve etek öptürerek tarihsel anlamda ilk kez ülkemiz Kürdistan’da işbirlikçiliğin genelleşmesine yol açtı. Bu süreçle birlikte Kürtler ve Kürdistan adına siyaset yapma yerine bir piyon olarak feodal dönemin sömürgecileri Osmanlı Devleti ve İran Safevi Devleti’nin politikaları çerçevesinde kullanılma ve belirlenme temel çizgi oldu. İdrisi Bitlisi 11 Kürt beyine biat ettirme çalışması yaptırırken yaşanan süreçte dünyada ulus olgusu ile ulusal mücadeleler süreci bulunmamaktadır. 15.YY’da gerçekleşen bu pratiğin sürecinde ulusal mücadele ve ulusal devlet kurma dönemi henüz başlamadığı gibi, gerçekleştirdiği biat karşılığında alınan bir özerlik ( muhtariyet ) de söz konusudur. Bununla birlikte İdrisi Bitlisi’nin bir grup Kürt beyini Osmanlı Devletine biat ettirmesi diğer bir grup Kürt beyinin ise İran Safevi Devletine biat etmesi işbirlikçiliğin Kürt tarihinde genelleşmesine, Kürtlerin İran Safevi ve Osmanlı İmparatorluğu arasında gerçekleşen bütün savaşlarda tampon bölge ve savaş sahası olarak kullanılmasına, savaşları kim kazanırsa kazansın iki tarafta öncü birlik olarak kullanılan Kürtlerin başkaları adına katliamdan geçmesine yol açmıştır. Tarihsel anlamda kullanılan piyon Kürt tiplemesi bu şekilde ortaya çıkmıştır. Kendi adına tarih yapma ve kendi tarihinin özensi olarak mazlum bir ülkenin çıkarına yönelme yerine, başkalarının tarihlerinin bir piyonu ve paçavrası durumuna düşerek onların tarihlerinin detay bir parçası olma süreci bu süreçle birlikte genelleşmeye başlamıştır. Bu nedenle niyetler nasıl tanımlanırsa tanımlansın, ya da ne olrsa olsun İdrisi Bitlisi’nin rolü Osmanlı Sarayına işbirlikçilik ve gericiliktir. Demokratik Cumhuriyetçiler kendi programlarında İdrisi Bitlisi’yi işbirlikçiden öte ajan olarak nitelendirmekteydi. Ancak kendi şeyhleri Apo’nun İdrisi Bitlisi’nin pratiğiyle dahi karşılaştırılamayacak noktada ajan bir pratiğe yönelmesi karşısında, İdrisi Bitlisi’ye bakışları da değişmiştir. Çeşitli yayın organlarında İdrisi Bitlisi’nin olumlu çalışmaları üzerine makaleler yayımlanmaya başlandı. Demokratik Cumhuriyetçilerin tarih ve toplum yorumu olgulara ve somut durumlara göre değil, kendi şeyhlerinin içine girdiği kişisel duruma göre değişmektedir. Demokratik Cumhuriyetçiler ülkenin ve dünyanın güncel somut şartları ile tarihsel koşulları ve toplumsal ihtiyaçları nazara alarak hakikatlere ulaşma yerine , gerektiğinde bütün hakikatleri, toplumsal ve tarihsel ihtiyaçları yok sayarak ya da çarpıtarak dünyanın ve ülkenin koşullarının Apo’nun işbirlikçi ve aptalca söylemlerine uygun olduğunu savlamaya dahi götürmektedir. Elbette bu durum tarihin , toplumun ve temel ihtiyaçların inkarına götürmektedir. Bu inkar çerçevesinde ajan pratik ve duruş içinde olan Apo’nun şahsında İdrisi Bitlisi’ye ajan nitelendirmesi yapan Demokratik Cumhuriyetçiler, olumlu rol yüklemeye başlamıştır. Yine programlarında ve kitaplaşan çeşitli analizlerinde Kemalizm’i ‘ilkel faşizm’ olarak nitelendirip Kürdistan’ı bölünmüş parçalanmış bir sömürge olarak tanımlamalarına rağmen, şeyhlerinin İmralı’da genelkurmaydan aldığı ilham üzerine bir hafta içerisinde devletin olgun olduğunu ve Kemalizm’in ilerici olduğunu söyleyiverdiler.
Demokratik Cumhuriyetçiler kendi programlarında tarihte gerçekleşen 28 ayaklanmamıza yurtsever, ilerici ve devrimci nitelik yüklerken , Demokratik Cumhuriyetçilikle birlikte ; “Kemalizm’e karşı bir felsefeden yoksun, emperyalizmin tahriki ve işbirlikçiliğiyle parlayıp sönen gerici ayaklanmalar” olarak nitelendirilmiştir. Bu Kürt tarihinin inkarı e Kürtlerin sömürgeci tarihin bir parçasına dönüştürülmesi ihtiyacından kaynaklanmıştır. Bunların ilk programında Kürtler bir ulus iken, Demokratik Cumhuriyetle birlikte yapılan yeni programda ise Türkiye kimliği altında bir halk topluluğu durumuna düşürülmüştür. Demokratik Cumhuriyetçiler Kürdistani olduklarını iddia ederek Kürdistan’ın ülkeleri olduğunu yazıp çizerken, Demokratik Cumhuriyetle birlikte, Türkiye’nin ülkeleri olduğunu söylemektedirler. Bu yolla Kürt halkı vatanından ve ulusal topraklarından koparılmakta ve Kürdistan sömürgecilerin sitemine uygun olarak ret ve inkar edilerek satışa çıkarılmış olmaktadır.
Birinci programlarında bağımsızlık dışında her türlü çözümü gerici ve işbirlikçi olarak nitelendiren işbirlikçiler, Demokratik Cumhuriyetle ortaya çıkan son programlarında ( ikinci programlarında ) ise ; “Bağımsızlık , konfederasyon, federasyon ,özerklik istemedikleri gibi” bunların ihtiyaç da olmadığını söylemektedirler.
Üstelik Apo efendi ; “Kürdistan’ı kavram olarak kullandım, iktidar istemi bir hastalıktır.” diyerek yine sömürgecilerin en hassas istemine uygun olarak, Kürt halkının dünya halklarıyla hak eşitliğine sahip olmasını ve uluslar arası alanda özne durumuna yükselmesinin ifadesi olan iktidar hakkı da satışa çıkarılmıştır. Sömürgeci devletler açısından önemli olan temel husus da, Kürtlerin kendi başına bir ulus olduğunu , ulusal topraklarının sahibi olmak istediklerini ve kendi iktidarlarını istediklerini ileri sürmemektir. Bu tür bir çizgisi olanlar her zaman tehlikelidir , buna karşın bu tür bir çizgisi olmayanlar ise elleri silahlı da olsa tehlikeli görülmemektedir.
Türkçü , İttihatçı ve Kemalist’lerin hep bir ağızdan ; “Artık PKK tehdit değildir, tehdit durumuna yükselen KDP ve Berzani’dir.” demeleri Güney Kürdistan’da da olsa ulusal toprak ve iktidar isteminin öne geçmiş olmasıdır. Güney Kürdistan’daki gelişme ve kazanımların hem Lozan’ın üzerinde kurumsallaşan sömürgeciliğin, hem de sömürgeciliğin iç dayanağı olan Demokratik Cumhuriyetçiliği ve Apo’yu ıskartaya çıkardığı düşünülmektedir. Geçmişte ulusal kurumsallaşma diye bağıran Demokratik Cumhuriyetçiler, bütün kurumlarının Türkiyeli olduğunu ileri sürerek bazı kurumları kapatırken, var olanlarını ise biçimsiz ve işlevsiz niteliklere büründürmüşlerdir. Radikal yöntemlerle bağımsızlığı savunmayan bütün eğilimleri ajan ve işbirlikçi olarak nitelendirerek Kürdistan’daki bütün siyasi eğilimlerle çatışma yaşarken, Demokratik Cumhuriyetle birlikte en reformist çizginin bile savunulmaya utanç duyduğu ve hiç kimsenin bu kadar dibe vurmadığı uşak bir çizginin sahibi haline geldiler.
Devletin Güney Kürdistan’a girme hamlelerine karşı geçmişte ; “Vietnamlaştırırz” söylemiyle karşılık vermelerine rağmen , Demokratik Cumhuriyet süreciyle birlikte tarikat şeyhleri Apo aracılığıyla ; “Türk ordusu Güneye girsin.” çağrıları yapmaktadırlar.
Bütün bunların yanında ; “Devleti güçlendirelim, Kemalizm’i güncelleştirelim, stratejik işbirliği ve ittifak yapalım” demektedirler. Bütün bunlar Demokratik Cumhuriyetçiliğin tarihsel ve toplumsal anlamda kendini inkar etme ve bütün geçmişinin gayri meşruluğunu kabul etme özeleştirisi ve konsepti olduğunu ortaya koymaktadır. Demokratik Cumhuriyetçilikle birlikte, Hamidiye alaylarından bu güne ideolojik politik bir çizgiden yoksun olan köy koruculuğunun Apo’nun Demokratik Cumhuriyetçiliğiyle birlikte ideolojik politik bir çizgiye kavuşturulduğunu göstermektedir. Bu durumda silahlı köy korucuları yanında , kravatlı köy korucuları tiplemesi de ortaya çıkmıştır. Demokratik Cumhuriyetçilik köy koruculuğunun modernize edilmiş ve mevcut koşullarda oluşturulmuş ideolojik politik çizgisidir. Devletin kanunen oluşturulmuş resmi ve geçici köy korucuları yanında, Demokratik Cumhuriyetçiler ise bir bölümü kravatlı köy korucusu olmak üzere ikinci türden birer köy korucusudurlar.
Demokratik Cumhuriyetçilik çerçevesinde 8 yıldır ortaya çıkan bütün önermeler özü itibariyle ; “Hamidiye alayları ve yeni adıyla köy korucuları gibi çalışmak istiyorum.” Başvurusudur. Bu başvuru devletin çıkarına ve konseptine uygundur.
Ancak köy koruculuğu ideolojisine sahip olanlar kendi devletine karşı muhatap olması mümkün olmadığı gibi, ordunun talimatlarına bağlı olduklarından gerçekleşen işbirlikçilik durumu karşısında ; “Sizi muhatap almadan ve resmiyete geçirmeden köy korucusu olarak kabul eder ve kullanırım.” şeklindeki devlet yaklaşımını doğurmaktadır.
İşte bu nedenlerle, Apo’nun ve PKK’nın kabul edip, Kürtlere dayattıkları Demokratik Cumhuriyetçilik ise ; ülkemiz ve ulusumuza ilk kez ideolojik , örgütsel ve kurumsal düzeyde götürülen işbirlikçilik ve gericiliktir. Demokratik Cumhuriyetçilik Kürtleri bütün savunma ve mücadele araçlarından yoksunlaştırma ve her açıdan denetim ve saptırma uygulama konseptidir. Demokratik Cumhuriyetçilik Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkı yerine, Kürt ulusunun geleceğini tasfiye etme konseptidir. Bu planlama devletin merkezi planlamasıdır. Ordu ve özel harp dairesiyle istihbarat tarafından oluşturulup piyon durumuna düşürülen Apo aracılığıyla uygulanmaktadır.
Sonuç itibariyle , bu işbirlikçilik ve gericilik temelinde, Kürdistan’ın kazanımları bir yana, Kürdistan’ın hayali dahi sadece devletin pratiğiyle betonlanmasının ötesinde, tarihte ilk kez ; “Kürdistan’ı diriltiyoruz, kurtarıyoruz, temsilcisiyiz.” diyenlerinin ağızlarından ret ve inkarla dağa gömülüp üzeri betonlanmaya götürülmektedir.
Devletin her ayaklanma sonrasında ; “Üzerini betonladık, gömdük” söylemine karşın Kürdistan tarihsel ve toplumsal köklerinden bir kardelen gibi yeniden fışkırırken, bir daha ortaya çıkmaması açısından sadece devlet temsilcilerin değil, tarihte bir ilk de olsa ; “Kürdistan adına mücadele ettiğini“ savlayanlara söylettirilmiştir.
Hegel ; “Tarih tekerrürden ibarettir.” derken, bu filozofun baş aşağı giden tarih yorumunu ayakları üzerine oturtan ve çağdaş dönemin tek ansiklopedik filozofu durumunda olan Marx ise ; “Elbette tarih tekerrürden ibarettir. Ancak birincisinde trajedi , ikincisinde ise komedi olarak tekerrür eder.” diyerek tekrar gibi gözüken tarihsel olguların çok farklı içerikte ortaya çıktığını ortaya koymaktaydı. Tarihte gerçekleşen 28 Kürt ayaklanması sonuç itibariyle başarmamış olsa dahi bugünkü aidiyetimizi güçlendirip sağlayan, tarihsel dayanaklarını ret ve inkar etmeyen işbirlikçi bir ideoloji ve pratiğe bulaşmayan, bu nedenle bu ayaklanmaların sonucunda trajediler yaşanmışsa dahi yeniden dirilişe ve zeminlerine basmaya olanak tanıyan ayaklanmalardır. Demokratik Cumhuriyetçilerinki ise trajedi yanında komedidir. Aidiyet duygusunu parçalayıp tasfiye etmeye kendini sömürgecilerin tarihlerinin bir parçasına dönüştürmeye ve yeniden ayağa kalkış için bir zemin bırakmamaya dönüktür. Demokratik Cumhuriyetçilik bizzat Kürtlere yaptırılan söylem ve mezar kazıcılığıyla Kürdistan’ı dağda ve şehirde mezara gömüp betonlanma ideoloji ve pratiğidir. Kürdistan’ın, işbirlikçi dahi olsa, Kürtler tarafından kurumsal ve örgütsel düzeyde mezara gömülmesi sömürgeci devletlerin Ağrı Ayaklanması veya diğer ayaklanmalarda amaçlayıp da gerçekleştiremedikleri sonucu kendini inkarla birlikte gerçekleştirme konseptidir. Tarihsel, toplumsal ve ideolojik politik anlamı budur.
Demokratik Cumhuriyetçiliğin ideolojik , politik ve kültürel bir konsept olarak yansıması olan insan kişiliğine ya da bu ideoloji ve siyasetin arkasındaki tipolojiye bakıldığında ise ; insanlığın tutunabileceği bütün moral ve ahlaki değerleri hiçleştirip reddetmiş bir duruş ve kimlik şekli görülmektedir. Her Demokratik Cumhuriyetçi 15 - 20 - 25 veya 30 yıl boyunca temel doğru olarak savunduğu, diğer toplumsal kesimlere yüce değer olarak götürdüğü ve söz konusu değerler adına toplumu en ağır bedel ödeme süreçlerine çağırıp çektiği moral ve yaşam nedenlerini, aniden ve bir haftada reddetmek durumunda kalan bireylerdir. Başkanlık konseyi veya merkez komite olarak nitelendirilenler Apo’yla birlikte halk ile oynayanlar durumdadır. Bunlar aldatanlardır. Kolektif düzeyde ulusal var olma ile Kürdistan ülkesi ve iktidarını savunduğunu ortaya koyan ve bunun için bedel ödeyenlerin bedel ödeme nedenlerini ve bedel ödemişlerin de bedel ödeme gerekçelerini ortadan kaldırabilen bu kişiliklerin, artık yaşamları boyunca hiçbir hedefe inandırılamayacakları kesindir. İnanmadan hareket haklinde olan bireyler, hedefsiz ve ne için olduğu belirsiz şekilde koşullanmış birer canlı dışında hiçbir şey değildir. Dünyayı algılama birikim ve bilinci ile pratik irade ve inisiyatif özgürlüğü olan kadrolar yerine, işbirlikçi ve aptalca bir ideolojik politik çizgiye ya da politik pratiklerine sorgusuz ve sualsiz götürülebilmesi, koşullanmış mürit yapılı kişiliklerin sistemin temel unsuru haline getirilmesi sürecinin tamamlandığını göstermektedir.
Demokratik Cumhuriyetin illegal veya legal paralel kurumlarında çalışan her birey ; ister istemez iki kişilikli, iki ruhlu, iki dinlidir. Bu ruh, kişilik ve dinlerden bir tanesi doğdukları ve somut şartlarında yaşadıkları Kürtlere ve ülkelerine aitken , diğeri ise sömürgeci devletlere aittir. Siyasi, sosyal ve kültürel açıdan ikircikli , kozmopolitist ( ulus dışı ) ve konformist ( hiçbir ilke ve biçime uymayan ) insan kişiliği Demokratik Cumhuriyet ile birlikte ortaya çıkmaktadır. Her ideolojik politik hat , yeni bir kültür ve değerler ile başka bir insan kişiliğini bünyesinde taşır, bulundurur. Bu nedenle de Kürdistan yurtseverliğine dayanan çizginin hedef ve özlemlerinde net, yiğit, yurtsever devrimci, fedakar, mert ve “Ne verebilirim ? ” sorusuyla yaklaşan kişiliği, yerini ikircikli, biçimsiz, ne olduğu belirsiz, ruhsuz, ilkesiz ve “Ne alabilirim, şahsi ve ailesel kurtuluşumu nasıl sağlayabilirim ? ” sorularıyla yaklaşan kişiliğe bırakmıştır. Bu Kürtler adına yapıldığı iddia edilen siyasetin kilikler , aileler ve şahıslar düzeyindeki menfaatler temelinde, çeteleşmesi sonucuna götürmüştür.
Bu nedenlerle de Kürdistan yurtseverliğine dayanan değer ve hedefleri vazgeçilmez değeri olarak kabul eden ve mürit - tarikat - şeyh ( aslında bir tür Tanrı ! ) sistemine gelmeyen ve gözü kara bedel süreçlerinden geçen yurtsever kesimler, Demokratik Cumhuriyetçilerin ; “Ne için sorusunu yanıtsız bırakan” ve buna rağmen adına hala “Mücadele” denilen boktan işbirlikçilik ile tasfiyeciliğe yabancı kalmıştır. Buna yabancı olmayanlar ise, doğrudan veya dolaylı olarak Demokratik Cumhuriyetin esas alındığı kurumların bünyesinde olup, çoğunlukla dünün kaçkını olan bu kesimler her şeyin sahibine dönüştürülmüştür. Her ideolojik politik hak bir insan tipini yansıtır. Diğer bir değişle de her ideolojik politik hak, bir insan tipine yol açar, oluşturur.
Demokratik Cumhuriyet ideoloji ve politikasının taşımakta olduğu kozmopolitist ( ulus dışı ), konformist ( ilkesiz, biçimsiz, çerçevesiz ), tasfiyeci, işbirlikçi, komplocu düşkün, teslimiyetçi nitelikler ; bu ideolojiyi ortaya atan Abdullah Öcalan ile bu ideolojinin en çok savunanı durumunda olan ve aslında Apo’nun küçük bir maketi dışında hiçbir şey olmayan Osman Öcalan’ın da nitelikleridir. İnsan kişiliği düşünüş ve davranış tarzından soyut olarak analiz edilemez. Kişinin düşünüş ve davranış tarzı yanında çok önemli olan diğer bir kriter ise kişinin içinde yetiştiği sosyolojik çevredir. Bireyin anne ve babasından aldığı genler ise bir etkiye sahip olsa dahi insan kişiliğinin biçimlenmesinde tali bir rol oynar. Bu kıstaslar temelinde Abdullah ve Osman’ın kişiliklerini bir tahlile tabi tutmak zorundayız. Abdullah Öcalan’ın ‘Dersim kişiliği, Serhat kişiliği, Mardin kişiliği‘ şeklinde Kürdistan’ın bütün şehir ve bölgelerine atfen kişilik durumlarının ne olduğuna ilişkin aşağılayıcı saptamaları bulunmaktadır.
Ancak tarikatın şeyhi olarak Urfa’lı olduğundan dolayı ; “Urfa tiplemesi” üzerine herhangi bir değerlendirme yoktur. Urfa nazara alındığından Kürdistan’ın bu şehrinde dürüst devrimci insanlar çıkmıştır. Bunun yanında diğer Kürdistan şehirlerinden çıkan yurtsever devrimciler veya çok zaaflı birey tiplemeleriyle oran itibariyle karşılaştırıldığında, Urfa zemininden çok daha fazla zayıf ve düşkün niteliklere sahip birey çıktığı gözlemlerimizle sabittir. Bu nedenle Urfa doğumlu dürüst yurtsever devrimcileri bir yana bırakarak , olabildikçe zaaflı, korkak, düşkün, işbirlikçi, kozmopolitist ve konformist özelliklere sahip olan diğer Urfa tiplemesi üzerinde durmalıyız. Urfa’daki bu ikinci tip gözlemlendiğinde Kürtçe konuşmamakta, hatta Kürtçe konuşulduğunda rahatsız olmakta, kendi ulusal kimliğinden kaçarak üst kimlik olarak algıladığı Türkiyelilik kimliğinde kendini tanımlamakta ve Türkçe konuşup Türk gibi davranmayı sömürgeciliğin kendisine bulaştırdığı kendine yabancılaşmayı doğuran bir travma yerine, modernite saymaktadır. Kürt olmakla birlikte Kürtlüğüne ve ülkesi Kürdistan’a karşı içten bir ilgisi bulunmamaktadır. Sömürgeci sistemin çerçevesine girip yerleşmek ve bu çerçevede kabul görmek için elinden gelen her türlü çabayı sarf eder. Bütün çabalara rağmen sisteme kabul edilmediği noktada iki dinli, iki ruhlu ve iki kişilikli çerçevede de kalsa bir muhalefete yönelebilir. Ancak sistemin denetim alanına girdiğinde ya da zorlandığında muhalefeti silinir ve sömürgeci devletin ruhu, kişiliği ve dini yeniden belirleyici noktaya gelir. Bu anlamda ideolojik ve siyasi çerçevede devredilmez ve vazgeçilmez değerleri bulunmamaktadır.
Devredilmez ve vazgeçilmez değerleri bulunmadığı için de bütün değerlerin yerine kendi şahıslarını koyarak, değer olarak kabul edilebilecek her şeyi tasfiye ederler. Değerleri kullanma ve gerektiği noktada tasfiye etme temelinde kendilerini yeniden üretme yoluna başvururlar. Zayıf ve düşkün nitelikleri değişen denge ve koşullarda kolayca teslimiyete gitmelerine yol açar. Saygın bir duruş ve direnişleri katiyen ortaya çıkmaz. Çünkü keyfi, rahat ve ayrıcalıklı özerk bir yaşam alanı oluşturarak bu çerçevede kendini yaşatmaya alışmış tiplerdir. Alıştıkları bu konformist yaşantıyı yaşama adına her türlü ölçü ve değerle oynarlar. Ancak bu özelliklerini kamufle etmek açısından ‘kişilik’ ve ‘ahlak’ sözcüklerini kendi söylemlerinde en sık kullananlardır. Bu kullanım şekli bir ihtiyaçtan öte kendilerinde hissettikleri zayıf kişiliğin doğurduğu kompleks ve kapristir. En düşkün, kaçkın, korkak, teslimiyetçi, tasfiyeci ve halkıyla arkadaşlarına karşı komplocu tutumlarını dahi teorize ederek normal gösterme çabası verirler. Olumsuz durumlarına karşı bir soru soran arkadaşlarına dahi tahammülleri yoktur.
Bu tahammülsüzlük altında kendisine aşırı bir güvensizlik hissi yatmaktadır. Bu nedenle kendi söylemlerini ; “Tartışmasız” olarak nitelendirip kabul ettirmeye çalışarak hiçbir şeyi sorgulamayan, her şeye he diyen, boyun eğmeci, sualsiz ve zeka süzgecini kullanmayan, sadece emir almaya koşullanmış, bağlılık adına bağımlı kişilik olmuş, iradesiz, inisiyatifsiz, kısır ve her türlü yönlendirmeye müsait tiplere ihtiyaç duyarlar. Bu özelliklere sahip olan ya da bu özellikler kazandırılan kişilikler en yakınlarıdır. Bunun tersine dünyayı algılamaya çalışan, bağımsız değerlendirme yetisi olan, teorik bilinci ve birikimi olan, atılgan, irade ve inisiyatif sahibi kişilikleri ise, kendi kişilikleri sistemleri ve çizgileri karşısında temel tehdit olarak görürler. Bu nedenle de yalan ve komplolarla esasen kadro niteliği olan irade ve inisiyatif sahibi birikimli kişilikleri tasfiye etmek ya da iradesini kırıp teslim alarak sistemin sıradan kişisine dönüştürmek için uygun anı kollarlar. Bu nedenle zamanın önemli bir bölümünü tasfiyecilik ve komploculuk kurgusuyla geçirerek uygularlar. Tasfiyecilik ve komploculuk çerçevesinde kadro niteliği olan bütün bireyler tasfiye edilerek ya da etkisizleştirilerek teslim alınarak kendi kişilik ve anlayışlarına hakimiyet alanı yaratırlar. En acımasız tasfiye ve komploculuklarına dahi mutlak anlamda masumane bir gerekçeleri ve hakları olduğunu ortaya koymaya çalışırlar. Toplumun temel özlem ve kabulleri olan değerlerinin en ön sıradaki temsilcisi ve sözcüsü görüntüsüne bürünürler. Değişen aşiretsel, ailesel ve kişisel konumları karşısında ise söylemde sözcülüklerini yaptıkları değerlerin tellalı olurlar. Çünkü ilk söylem sürecinde de aslında söylemlerine konu ettikleri değerlere inananlar durumunda değildirler. Toplumun genel kabulü ve inancı olduğu için kendini yaşatmak, topluma kabul ettirmek, ispatlanmayan bir kişiliği ispatlamak ve maddi manevi tatminleri çerçevesinde kendini yaşatmak için söz konusu söylemleri konjüktürel ve duruma göre kullanır, aynı nedenlerle değişen konjüktür ve durumlarda ret ve inkar ederler. Bu nedenlerle herhangi bir ölçüleri yoktur. Bütün söylemleri alt alta konulsa doğrusal bir tutarlılık ve paralellik yakalanmayacağı gibi, savunuları arasında paradoksal bir tutarlılık ve paralellik de bulunmayacaktır. Yaşam tarzı kadar düşünüş ve söylemlerinde de ölçüsüz ve keyfidirler. Keyfiyetlerine uymayan ve ölçülerini bir makine gibi aniden terk etmeyenleri kendilerine karşısında birer tahdit olarak görürler. Siyasi duruş ve yaşamda bir iç tutarlılıkları, ölçüleri, ilkeleri ve sıkı sıkıya sarıldıkları moral değerleri olmadığı gibi, siyasi yaşamın zemini olan sosyal yaşantı ve kişiliklerinde de vazgeçilmez moral değerleri ve ölçüleri yoktur. Bir ölçüden bahsederken dahi kendi yaşantılarında uygulamadıkları ve yer vermeye dahi tahammül etmedikleri bir ölçüdür. Ölçüsüz, keyfi, iki dinli, iki ruhlu, iki kişilikli, korkak ve kuralsız bir yaşam ve duruş ile anlayış tarzının sahibi oldukları için düşman kategorisinde ortaya koydukları güce karşı da, içten içe bir bağlılık, hayranlık ve aşk duyarlar. Bir anlamda kendi düşmanlarına aşık kişiliklerdir. Ancak bu aşk sisteme kabul edilmedikleri için ve sistem içerisinde sistemin hizmetkarı durumunda olan bir elemanı ya da sistemin muhalifi olarak açık zeminde kendilerini ispat etme imkanına elde etmediklerinden diğer bir çerçevede etkili olmak ve kendini ispatlamak için bir muhalefete yönelmeleri mümkündür. Ya da konjüktürel olarak denetim altından çıkmaları mümkündür. Ancak ikircikli ve iki dinli yapıları nedeniyle potansiyel olarak taşıdıkları aşk değişen koşul ve konjüktürlerde yeniden güncelleşir ve kendilerini yakalar. Bu kişilikler toplumu ve bireyi tanımlayıp açıklarken çoğu zaman kendi kişiliklerinde hissettiklerini ve yaşadıklarını esas alarak analizlerini yapar, ancak söz konusu nitelikleri kendilerine değil , topluma ve bireye mal eder.
Örneğin Abdullah Öcalan ; “Dersim’liler kendi düşmanına aşıktır. Bunlar Kemalizm aşığıdır.” saptamalarıyla Dersim’li militanları tanımlayıp sindirip teslim alırken, öncelikle kendi ruhunda, beyninde ve kişiliğinde hissettiği ; “Düşmanına aşık” yapının üzerinden tespit yapmaktadır. Demokratik Cumhuriyetçilik sürecinde Kemalizm’e, orduya ve devlete yaptığı övgülerin hiçbir Dersim’li tarafından yapılmadığı ve herkesin bunlardan utanacağı aşikardır. Bu saptamalarımız Dersim’de Kemalist ideolojinin bir etkisi olmadığı anlamına gelmemektedir. Resmi ideolojinin ideolojik politik çerçevesinde yarattığı bir etkidir, başka bir tartışmanın konusudur.
Yine Abdullah Öcalan İmralı’daki ifadelerinde ve Sümer rahip devletinden halk cumhuriyetine doğru adını taşıyan, durmadan kendini tekrar eden eklektik ve hiçbir bilimsel ya da politik değeri olmayan, şuradan buradan alınarak eklemlenen kitabında ; “Kürtlerin üçte birisi tutsak, diğer üçte birisi deli ve diğerleri de hastadır.” diyerek Kürt halkını aşağılamaktadır. Dünya tarihinde bir dava nedeniyle mücadele ettiğini ileri sürüp yakalananlardan devrimci tavra sahip olanların bütünü kendilerini yargılayan gücü yargılamışlardır. Hiç kimse kendisini sırtında var ettiği ya da sözcüsü olduğunu iddia ettiği mazlum bir halkı ya da tarihsel ayaklanmalarını yargılayanlara öz eleştiri verir gibi aşağılamamıştır. Ancak yukarıda kişilik özelliklerini detaylı sıralayıp açıkladığımız Abdullah Öcalan ve Osman Öcalan gibi kişilikler toplumu ve mekanizmaları birer nesne, buna karşın sadece kendilerini özne olarak gördüklerinden toplumu ve toplumun değerlerini de her zeminde aşağılayarak kendilerini kabul ettirme çabası içerisine girerler. Bunlar toplumu ve toplumun değerlerini aşağılayarak kendini ispatlayıp kabul ettirmeye çalışırlar. Çocukluktan itibaren topluma kabul ettiremedikleri kişilikleri , kompleks ve kaprisleri ve bu tutumlarının temel kaynaklarındandır. Burada da özü itibariyle Kürt toplumunun tanımlanmasından öte kendi kişiliğinde hissettiği özellikler üzerinden Kürt toplumun yafta yapıştırdığını görüyoruz. Birey dört duvar arasında da olsa, en ağır işkenceler altında da olsa iradesini kırdırmama ve özgürlükçü direniş iradesi taşıma tutumuna sahip ise, yine de özgür bir kişilik olacaktır. İmralı’daki yargılamalar ve savunmaları nazara alındığında özgür bir kişiliğin tümüyle tersine tutukluluk bilincini kabullenen tutsak bir kişilik ortaya çıkmaktadır.
Tutuklu ve tutsak durumda olmasına rağmen dünyadaki bütün “örgüt liderlerinin” tersine, dışarıdan gelen ; “Manevi lider” olma teklifini dahi hakaret kabul ederek; “Genel Başkan” yani maddi, pratik lider konumunda ısrarcı olur. Kendi kişisel iktidarı için ağır bir şizofreniyi yansıtacak şekilde her türlü şeyden kuşkulanıp tasfiye üstüne tasfiyelerle kadro biçen bu kişiliğin hiçbir koşulda maddi iktidarından olmayı kabullenmesi beklenemez. Ta ki istemi dışında iktidarsızlaştırılacağını gördüğü anda iktidardan vazgeçebileceği tutumuna girer. Bu da politiktir.
İçeriden dahi kendi kişisel iktidarını bu kadar dayatan ve kendi kişisel iktidarına bu kadar bağımlı olan bir kişiliğin, Kürt ulusunun diğer dünya halklarıyla tam hak eşitliği içinde uluslar arası biz özne olarak kabul edilmek ve kendi kendini yönetmek için uğruna mücadele ettiği iktidar hakkını ise ; “İktidar hastalığı” şeklinde nitelendirip aşağılayan bu kişilik saptamalarını kendi kişiliğinden değil de, nereden çıkarmaktadır. Bu kişiliklerin saptamalarının kaynağı öncelikle kendi kişilikleri ve davranışlarıdır. Tutukluluk koşullarında dahi iktidarından vazgeçmeyen ve kendi örgütünün çizgi bağımsızlığı ve hareket özgürlüğünü ortadan kaldıran bu kişilik iktidar hastası değil de, nedir ? En ağır şizofreni aratmayacak şekilde her şeyden şüphelenerek çeşitli nedenlerle en önemli yüzlerce kadroyu biçen bu kişilik hasta değil de , Kürt halkı mı hastadır ? Kürt halkı kendisini çevreleyen sömürgeci devletler ve dış dayanakları ile güç dengeleri arasındaki uçurum ve modern sınıflara sahip olmaması gibi nedenlerle çeşitli süreçlerde yenilmiş olsa da, hiçbir halkın tarihinde bu kadar süreklilik arz edecek şekilde büyük yiğitlikler ve direniler yoktur. Bir halkın güzelliği bir Tanrı vergisi olarak kendiliğinden verili değildir. Halklar kendi güzelliklerini kendi direnişlerinin ateşinde yaratırlar. Kendi direnişlerinin ateşiyle kendilerini arındırıp güzelleştirirler. Bu nedenle direniş değerleri ve direniş tarihi olan halklar güzelken, kendi egemenlerinin ya da dış egemenlerin yolundan giden ve kıçlarına kene gibi yapışan halklar ise gerici ve çirkin olurlar. Kürt halkı dünya tarihinde en çok direnen halktır, bu nedenle de en güzel halktır. Kürt halkının direnişleri, yardımlaşma, dayanışma, mertlik, bölüşüm, yiğitlik özelliklerini derinleştirmesine ve kendisini daha arındırmasına yol açmıştır. Direniş değerleri yanında emekçi özelliklere sahip olmak , temel kültür ve uygarlıkların yaratıcısı olmak da güzel bir halk olmanın şartları arasındadır. Kürtler dünya kültür ve uygarlığının başladığı Mezopotamya’nın yerli halkı kadim ve temel bir kültürün yaratıcısı durumunda olan emekçi bir halktır. İşte bu özellikleriyle Kürt halkı güzeldir. Her halk ve millet içerisinden tortu niteliğinde bireyler ve kesimler çıkar, bunlar bu tahlillerimizi değiştirmez. Açtığımız bu parantezi yeniden kapatarak kişilik analizine dönerek, Apo ve Osman’ın şahsında analiz ettiğimiz bu Urfa kişiliğinin sosyal bazı yanlarını ele aldığımızda, daha korkunç bir tablo ortaya çıkmaktadır.
Bilindiği gibi PKK’dan kopan ya da kaçan veya kaçırtılan her birey makale veya kitaplarında, Apo’nun ; “Bayan yoğunlaşma grubu” adı altında Suriye’de bulunduğu evin zeminine militanları çekerek cinsel ilişkiye zorladığı ya da bu tür yönelimleri için düşürdüğü bazı kişileri ikna etmede kullandığı yazılıp çizilmiştir.
Bu durumda olan bir kişinin sürekli ; “Kadını yüceltmekten” bahsetmesi ise trajikomiktir.
Abdullah Öcalan İmralı’daki savunmalarında ve Sümer Rahip Devletinden Halk Cumhuriyetine adlı kitabında da ; ”Cinsel açıdan zaaflı oluşumdan mı , başka bir nedenden mi” demektedir. Abdullah Öcalan aslında teğet geçerek , dolaylı da olsa cümle aralarında üstü olarak gördüğü devlete karşı özeleştiri mahiyetinde zaafını kabul etmiş durumdadır. Bu söylem kaçırtılan ya da kopan kişilerin anlatımlarını doğrulamaktadır. Ajan olarak nitelendirdiği karısı Kesire dahi ; “Apo kendi ortamında harem kurmuştur.” demiş olmakla birlikte, bir kadın kıskançlığıdır, ya da hakikaten Apo’nun dediği gibi devletle ilişkisi vardır, algılayışıyla ciddiye alınmamıştı. Apo’nun sözüne ettiğimiz kitabında daha ilginç bir paragraf bulunmaktadır. Örgütsel çekirdeğin Ankara’da oluştuğu sırada Kesire Yıldırım, en az Apo kadar etkili durumda bulunan ve örgütsel çekirdeğin önemli ismi İsmet ile nişanlı olup aynı evde yaşamaktadırlar.
Apo ; “Ya Kesire , İsmet’ten ayrılıp benim olacak, ya da ben ile İsmet’ten birisi örgütten gider.” dayatması içerisine girmiştir. Bu durum örgüt içerisinde ilk çatırdamaya yol açmıştır. Gaziantep birimini oluşturan ve o dönemde en çok eylemci oldukları için kendilerine daha fazla güvendikleri anlaşılan üç kişilik birim bu duruma baş kaldırmıştır.
Başkaldırı nedeni ise ; “Bir arkadaşımız diğer bir arkadaşımızın nişanlısını alıp evlenemez. Bunun sosyal ahlakı dahi yoktur.” şeklindedir. Bu başkaldırışa karşı konuyu kapatmaları emredilmekle birlikte, reddiyeleri ve tepkileri devam etmiştir. Bunun üzerine, Gaziantep birimini oluşturan bu üç kişi , Ankara’dan gönderilen bir infaz timinin sorunu konuşarak çözme söylemi aldatılarak, Gaziantep’te şehir dışına çıkarılarak infaz edilmişlerdir.
Sonuç itibariyle Apo’nun ; “Kesire Yıldırım babasıyla birlikte ajandır.” dediği kişiyle evlenirken, nişanlısından ayrılmak zorunda kalan İsmet ise gururu kırılmış ve kişiliği ezilmiş şekilde örgütten de ayrılmak durumunda kalmıştır. Bunları Apo’nun Sümer Rahip Devletinden Halk Cumhuriyetine Doğru adlı kitabının bir paragrafındaki örtük anlatımını araştırmamız üzerine öğreniyoruz. Sıradan bir sosyal ahlakta dahi yeri olmayan bu tutum, hangi kişilik özelliğiyle açıklanabilir. Bu tür bir tipin vazgeçilmez ve devredilmez değerleri olabilir mi ? Bu tip arkadaşlık ve yoldaşlık ilişkisinin ölçü ve değerlerini yaşayabilir mi. Bu tür bir yaşam pratiği olan bir tipin ahlak ve kişiliği sürekli diline pelesenk etmesinin kendi yaşamındaki bu tür travmatik durumların yarattığı kompleks ve kaprisler dışında herhangi bir kaynağı olabilir mi ? Kesire Yıldırım’ın babası aracılığıyla ajan olduğunu ve evlilik ilişkisiyle bu aile tarafından denetim altına alınmak istendiğini iddia eden Apo, onun nişanlısından ayrılıp kendisiyle evlenmesi için zorlamaya başvurmakta ve daha örgütsel çekirdek sürecinde örgütü dağıtma riskiyle karşı karşıya bırakmaktadır. Bu ne biçim ruh ve kişilik anlayışıdır ki kendi yoldaşının nişanlısına göz koyup zorla sahip olmak istiyor ? Bu ne biçim ruh ve kişilik anlayışıdır ki üstelik ajan olarak şüphelendiği bir kişiye aşık oluyor ya da cinsel dürtülerinin mahkumu oluyor ? Burada bütün sosyal ahlak kaidelerinden ve ölçülerden soyutlanmış keyfi ve kendi istem ve ihtiraslarının tutsağı durumuna düşmüş bir kişilik yapılanması ortaya çıkmaktadır. Bu ihtirasları ve ölçüsüzlüklerine rağmen değerleri savunanları komployla tasfiye etme ve diğerlerine göz dağı vererek bastırma pratiğini ortaya koymuştur.
Üstelik bir ; “ajankolik” gibi bir örgüt lideri iddiasıyla ortaya çıkmasına rağmen düşünsel ve duygusal anlamda ; “baştan beri ajan olduğunu tahmin ettiğini” söylediği bir kişiliğe bağlanabilmektedir. Ajan olduğunu söylediği bu kişilik için bu tür ölçüsüzlükler içerisinde örgütü çatırdatacak kavgalar yürütebilmektedir. Bu durumdaki bir kişilik için örgütün değeri ne kadar olabilir ki ? Bu kişiliğin küçük bir maketi dışında bir şey olmayan Osman Öcalan da aynı ailesel çevrede büyümüş ve aynı genleri taşıyan bir kişiliktir. Kişilik özellikleri de paraleldir.
Osman Öcalan’ın ; “Lolan Pratiği” olarak nitelendirilen yaşam pratiği çerçevesinde militanları yerleşik yaşama geçirerek bayanları kendi çadırına almasından dolayı örgütünün aldığı ölüm kararını iki yıl uygulamaya dönüştürerek geçiştiren Apo değil midir ? 2004 yılında örgütün bir militanı durumunda olan doğu Kürdistan’lı bir bayanla cinsel ilişkiye girip bu yaşantısını örgüte kabul ettirmeye yönelen bu yaşantısına özerklik isteyen Osman değil midir ? Bunlar kendi dürtülerinin tutsağı durumunda olan kendi üzerlerinde dahi bir kontrol , disiplin ve sorumluluk mekanizması kuramayan bireylerdir.
2000 yılı Haziran ayına ait Serxwebun dergisi sayısı incelendiğinde, Apo’nun ; “Artık rahip yaşantıya son verin.” şeklinde bir talimatını içeren ve çiftleşmeye yönlendiren bir anlayışla örgütsel disiplin değerlerini dağıtmak istediği görülmektedir. Geçmişte birbirlerine duygusal anlamda sevgi duyanların dahi cezalandırılmasının ise kendisinin getirdiği bir kural değil, karısı Kesire Yıldırım’ın dayatıp yerleştirdiği bir kural olduğunu iddia etmiştir. 2000 yılından sonra talimatı çerçevesinde cesaret kazanan kardeşi Osman Öcalan ve diğer bazı bireylerin cinsel ilişkilere yönlenmeye başlaması yanında, yine Abdullah Öcalan’ın avukatlar aracılığıyla Osman’a gönderdiği talimat çerçevesinde Demokratik Cumhuriyetçilik sürecinin daha hızlı yaşama geçirilmesi, örgütün silahsızlandırılıp teslim olması istendi. Hiçbir pratiği olmayan kişilik ya da teorik özellikleri de zayıf olan Osman Öcalan’ı talimatla başkanlık konseyine taşıyan da Abdullah’tır. Osman bu talimatlar sonrasında kendisini her şey zannedecek ve ne oldum delisine dönerek Lolan pratiğindeki yaşam tarzını yeniden yaşayacak ve üstelik ağabeyinin talimatı çerçevesinde örgütteki muhafazakarlara karşı, Demokratik Cumhuriyetçiliği daha hızlı uygulayıp yaşama geçirmek için silahları bırakıp teslim olmayı ve isteyen ailelerin çocuklarını almasını gündeme taşıyarak kişisel yaşamlarına anlayış ve özerklik istemeye başladı. Bu durum ortaya bir çatışmayı çıkardı. Abdullah Öcalan sonuna kadar çatışmanın sonucunu ve dengeleri gözlemledi. Eğer Osman Öcalan bu çatışmada bir ölçüde güçlü çıkmış olsaydı hiç kuşkusuz Osman Öcalan’ı destekleyerek talimatını verdiği çizginin savunucusu olacaktı.
Tersine Osman Öcalan’ın az bir kişiyle yenilerek kopması ve özellikle yaşantısının taraftar ve saygı bulmaması karşısında, Abdullah Öcalan ; “Osman mayın tarlasına sürülmüş eşektir.” demek zorunda kalmıştır. Apo dengecidir , dengelere bakmıştır. Osman başarmamış olmasına rağmen, Osman’ın destekçisi olmaya devam etmesi durumunda kendisinin de kaybedeceğini ve üstelik örgüt üzerinde hiçbir etkisi kalmama durumuyla karşı karşıya gelmekle, devlete de satacağı bir şeyinin kalmayacağını görmüştür. Devlet kullandığı bütün bireyleri kullanım tarihleri bitene kadar yaşatmıştır. Şu anda Apo’nun cezaevinde tutularak kullanılması daha yararlı görülmektedir. Değişen koşullarda tahliye edilerek denetim altında kullanılması da mümkündür. Fakat ister içeride, isterse dışarıda kullanılmış olsun kullanılacak bir yanı kalmadığından yani kullanım tarihi dolduğundan Türk tarihinin kendi sistemi içerisine alarak bütün bireylere uyguladığı ana kural tekrar kendini gösterecek ve hiç kuşkusuz herhangi bir yolla öldürülecektir. Osman Öcalan’la birlikte kopanlara karşı ölüm fermanları çıkartıp bu talimatlar çerçevesinde Gani Yılmaz ve Hikmet Fidan gibi kişiler katledilirken, kardeşi Osman’a ise yeniden sisteme dönmek ve sistemde kalan Urfa konu komşu akraba klanı aracılığıyla yeniden bir hamle yapmak üzere uygun bir anı beklemesi söylenmektedir. Osman’ın yeniden sisteme dönmesi için önü açılmak istenmektedir. Apo, Osman Öcalan’ın kendisinden ve kendisinin de ondan pek de farklı bir kişilik olmadığını bilmektedir. Kişiliği ne olursa olsun kardeşlikten kaynaklanan feodal kan bağı nedeniyle güvendiği ve sisteme almak istediği kişidir. Göz altı ifadeleri incelendiğinde tek tek bütün merkez komite üyelerinin kişilikleri üzerinde bilgiler vermektedir. En önemlisi savcılık iddianamesinin altında dahi dosyadaki yazılı ifadelerin dışında Abdullah Öcalan’dan alınan ifadelere ilişkin disket ve cd lerin ayrıca muhafaza altında alındıkları bilinmektedir.
Abdullah Öcalan’ın Hürriyet gazetesine yansıyan ilk demeçlerinden birinde ; “Medya tümden beni iftiracı gibi yansıtırsa ben ve süreç etkili olmaz.” demekteydi.
Dolayısıyla biat eden, Türk bayrağını öpen ; “Ben de Türküm, devlet olanak verirse hizmete hazırım.” söylemlerinin gerisindeki diğer ifadelerinin basına konu edilmesinin bir itirafçı olarak kendi kişilik ve etkisini sileceğini ve bu yolla devletin kendisini kullanamaz ( yararlanamaz ) duruma düşeceğini hatırlatmaktaydı. Bu tip bireyler kişi kullanarak ve kendini kullandırtarak kendilerine yaşam alanı yaratır. Bu anlamda her şeye açıktırlar.
Abdullah Öcalan’ın ifadelerine tekrardan geri döndüğümüzde bütün merkez komite üyeleri durumunda olan arkadaşları hakkında tek tek kişilik tahlilleri yaparken ; - Hamili Yıldırım ve İsa Orbaylı’yı ; “İsa ve Hamili Dersim’lidirler. Dersimliler Dersimliliği sever.Bunlar çekilmeyebilir.” diyerek hedef gösterdiği, bunun yanında Cemil Bayık’tan da şüphelendiği için ; “Alternatif bir çizgi oluşturmaya kalkarsan hakkın olur. Ancak yenilirsen sonuçlarına katlanırsın.” şeklinde tehdit içeren ve bu kişinin üzerinde kontrolü sıklaştıran bir yaklaşım içerisine girdiği bilinmektedir. Bu çerçevede Cemil bayık’ın örgüt içerisinde bir etkisi olmakla birlikte Apo’nun talimatları çerçevesinde Osman öne geçirilmiş ve Osman’ın yenilmesi sonrasında yine Cemil Bayık’ı etkisizleştirmesi üzerine diğer ir Urfalı köylü olan ve gelecek talimat dışında bir dünya algılayışı bulunmayan Murat Karayılan’ı öne sürmüştür.
Sürekli kişileri birbirine düşürmek, birbirine sorgulatmak ; “Ben ajanım, ben alçağım, başkana layık olamadım.” şeklinde özeleştiri adı altında özeleştirinin ölçüleriyle uyuşmayacak şekilde kendini aşağılamayı dayatan bir sistemle bütün kadroların kişiliklerini ezen ve kimliksizleştiren bir sistemin sahibi olan Apo’nun , bir gün keyfi olarak komutan atadığını, öbür asker ya da suçlu konumuna düşürerek kadro olma ya da önderlik etme yeteneklerini sıfırladığı aşikardır. Bir gün komutan, diğer gün saker, öbür gün suçlu, öbür gün ise alçak olduğunu beyan ettiğini için yeniden komutanlığa atanan kişinin bir kişiliğinin olması komutan ve önder niteliklerine sahip olması olanaklı değildir. Bu durumda Apo kişiliğinin diğer arkadaşlarının kişiliğini sürekli aşağılama, hiçleştirme, suçlu ile suçsuz arasında bir fark koymadan hepsini mengeneden geçirme üzerinden kendi kişiliğini ispatlama ve onarma yoluna gittiğini anlıyoruz.
Apo’nun gözaltı ifadeleri çerçevesinde devlet ilk operasyonu Hamili ve İsa’nın bulunduğu Dersim bölgesine yapmaya yönelirken, Demokratik Cumhuriyetçilerin açık ve kapalı alanlarındaki basın yayın organlarında ise ; “Hamili ( Kazım ) ve İsa bozguncu ve ajandır. Halkı bunlara karşı dikkatli olmaya ve herhangi bir yardımda bulunmamaya çağırıyoruz.” denilmekteydi. Çatışma sonunda İsa yaşamını yitirmiş ve Hamili ise süreci görüşmek ve anlaşmak üzere merkeze çağırılmıştı. Tabi ki Apo’nun ilan ettiği ateşkes ve Kandil’e çekilme talimatına uymadığı için uygulama sürecine alınarak daha sonra da dıştalanıp Kafkasya’ya gönderilecektir.
Buna karşın operasyon ve çatışmadan bir iki hafta sonra 15 gün önceki yayınlarını unutmuşçasına İsa’yı da ; “Şehidimiz” şeklinde ilan ettiler. Apo, alternatif bir irade ve çizgi oluşturma ihtimalini sadece Hamli’de gördüğünden koparılıp dıştalanarak Kafkasya’da bulunmasını dahi tehlikeli gördü.
Tümden tasfiye edilmesi, kontrol ve denetim altına alınması gerekmekteydi. Bu nedenle kullandığı avukatlara avukat görüşme notlarından da anlaşılacağı üzere ; “Hamili nerede … Kafkasya’da ne işi var ? Hemen herkes görev başına gelsin yeniden savaş başlasın. Hamili’ye de görev versinler. Hatay ve Akdeniz bölgesine gönderilsin.” demekteydi. Bütün konuşmaları hem gizli kamerayla, hem de dinleyicilerle kasete alınan ve aynı zamanda avukatların söylemlerini yazıya geçirmesinden sonra dışarıya çıkardıkları bütün yazıların birer nüshası alınan Apo’nun bu söylemleri çerçevesinde Suriye’den Hatay ( İskenderun ) bölgesine giriş sınırına önlem alınarak Hamili yakalanmış oldu.
Hamili Apo’yu da yanıltırcasına sorgu ifadesinde Demokratik Cumhuriyet ideolojisine bağlılığını ifade ederek ; “Ben bundan sonra Demokratik Cumhuriyet ideoloji ve siyasetini yaşama geçirmek için yaşayacağım.” demiştir. Apo’nun devletle birlikte gerçekleştirdiği komplo ve tasfiyeler ile örgütü denetim altında tutma pratikleri içeride de devam etmektedir.
Bu kişilik ; “Ben içeride de rolümü oynarım.” derken, bu şeklide oynamaktadır. Bu şekilde rolünü oynaması ise kendisinden çok daha zayıf ve zavallı durumda olan iradesiz ve inisiyatifsiz yönetim kademesidir.
Bu olgulara bakıldığı zaman Şemdin Sakık’a ateşkesin bozulması için talimat veren, örgüt içerisinde arkadaşının nişanlısını alarak evlenen, ancak diğerlerine evliliği yasaklayan, devlet tarafından İmralı’ya getirildikten sonra devletin ihtiyaçları çerçevesinde rahip gibi yaşantıyı bırakın diyerek evlenmeyi ve cinsel ilişkiyi serbestisi konusunda talimat veren, buna karşın geçmişte birbirini duygusal olarak belli bir düzey içerisinde sevenleri dahi cezalandıran sistemin kurucusu ve onaylayıcısı olmakla birlikte ; “Ben yapmadım Şemdin yaptı, ben yapmadım Kesire yaptı, ben yapmadım Botan 10.000 kişinin katilidir , ben yapmadım, Hamili sızlanıp durmasın, yazık oldu her şey onun hatasından kaynaklandı.” diyerek her türlü sorumluluğundan kaçan bir kişiliktir. Herhangi bir sorumluluk kabul etmemek ve bütün sorumluluklarına karşı hiçbir eleştiriyi sindirememek sadece tahammülsüz kişiliğinden kaynaklanmamakta, aynı zamanda her açıdan kendine güvensiz bir kişiliğe sahip olduğundan kaynaklanmaktadır. Çünkü kendi hatalarının sonuçlarını üstlenmeyen bir bireyin kendine güven duyduğundan bahsedilemez. Yine kendi arkadaşlarına yönelik gerçekleştirdiği yüzlerce komplo ve tasfiye pratiği de söz konusu anormal şüphecilik ve kendine güvensizlikten kaynaklanmaktadır. Elbette her siyasi organizmada sapan , bozguna götüren, kopmak istediği için karşı suçlama içerisine girip bahanelerde bulunan ya da sızma durumunda olan kişilikler olacaktır. Fakat Apo ve PKK’nın bu tür şüphe ve suçlamalarla tasfiye edip cezalandırdıkları kadrolar nazara alındığında sayıları yüzleri ve binleri bulmaktadır.
Resul Altınok örgütteki bütün olumsuzlukların sorumlusunun Kesire Yıldırım Öcalan ve Abdullah Öcalan olduğunu ortaya koyuyordu. Bütün işkencelere rağmen bu inanç ve söyleminden taviz vermediği söylenmektedir. Başkanlık konseyi olarak nitelendirilen yapının üyesi olan ve sistem içerisinde inisiyatifsiz, iradesiz ve kıstırılmış bireye dönüştürülen Ali Haydar Kantan’ın ise Apo’nun emriyle elleri bağlı ve asılı durumda olan Resul’ün cinsel organına sopayla vurarak işkence seanslarından geçirdikleri söylenip yazılmaktadır. Bu muameleye maruz bırakılan Resul Altınok’un direnişi karşısında kişiliğini kaybetme ihtimali bulunmamaktadır. Buna karşın Apo’nun talimatıyla bu tür bir uygulama içerisine giren Ali Haydar Kantan’ın kendi kişiliğini koruması ve sistemin kişiliğine dönüşmemesi ise mümkün değildir. Resul Altınok muhalefetini örgüt içerisinde ve açıkça yürütme cesaretine sahip olan kadrodur. Aynı şekilde Dilaver Yıldırım ve Mehmet Şener ile arkadaşları da bu çerçevededir. Mehmet Şener’in açık ve cesaretlice yürüttüğü muhalefet tarzı Apo’dan öte aynı zamanda kişi kültü temelinde bütün değerleri tasfiye eden ve devletle işbirlikçilik arayışında olan yaklaşımı ile kurumsallaştırmaya çalıştığı sistemine de karşıdır. Bu çerçevede yapılan kongrede Osman Öcalan ve Cemil Baykara’nın gerekli kararları çıkartmıştır.
Ancak Apo bu kongreyi ve kararlarını tanımadığını ve yeniden kongre yapılmasını isteyerek anti demokratik kimliğini yeniden ortaya koyacak ve kendisini mecbur hissettiği sistemi dayatacaktır. Bu çerçevede Mehmet Şener arkadaşlarıyla birlikte uygulama sürecine ve ajanlık suçlaması altına alınmaya başlanmıştır. Abdullah Öcalan bir komplo çerçevesinde çadırın kapısına koyduğu ve kendisinin de mensup olduğu kontra kanadının bir mensubu olan Abdurrahman Kayıkçı aracılığıyla hem Mehmet Şener ve Sarı Baran’ı kaçırtacak hem de Kayıkçı’yı yanlarında göndererek Şener’in öldürülmesinin koşullarını da yaratmış olacaktır. Mehmet Şener’in öldürülme tehdidi altında kaçırtılmasından sonra aynen Şemdin Sakık gibi örgüt karşısında suçlu pozisyonuna sokulmuş olacak ve daha sonra örgüt hukukundan kaçtığı iddia edilerek ölüm kararı alınmıştır.
Şener, konuşarak anlaşmaya davet edilirken Apo’ya bağlı özel kuvvetlerin mensupları ile Suriye istihbaratı muhberatın ortak eylemiyle tasfiye edilmiştir. Dilaver Yıldırım ise uzun yıllar cezaevi yatan , direnen , direnişi yanında birikimi ve kişiliğiyle de diğer sol hareketlere mensup kişiler ve Yılmaz Güney’de dahi saygınlık uyandıran bir kadrodur. Cezaevinden tahliyesi geldiğinde aman verilmeyerek askere götürülmüştür. Askerden kaçarak kendisini Bulgaristan sınırına vurmuş ve Bulgaristan sınırına geçtiği sırada askerlerin ateşli üzerine yaralanmıştır. Bulgaristan’ın Sofya kentinde bir hastanede bulunduğu sırada Beka kampını arayarak bilgi vermiş ve yardım istemiştir. Abdullah Öcalan yasa dışı silahlı bir örgütün lideri konumunda olduğunu bir tarafa bırakarak, bölge devletlerinin istihbaratları ve özel kuvvet komutanları aracılığıyla hiçbir eylem yapmayacakları güvencesini almış gibi, resmi tarifeli bir uçakla Sofya’daki hastaneye gidebilmiştir. Apo’nun amacı yardım etmek değildir. Yeteneklerinden, bilgi birikiminden ve güçlü kişiliğinden korktuğu Dilaver Yıldırım’ın kişiliğini ezerek kendi kültü dışında bütün değerleri silen sistemini kabul ettirmek ve kabul etmediği takdirde ise buna göre bir konum alıp tasfiye için hazırlık yapmadır. Hastanedeki kaba diyalogda dahi Dilaver Yıldırım’ın bu sisteme yabancı olduğunu kavramıştır. Bu nedenle Dilaver Yıldırım tedavi sonrasında hastaneye gider gitmez uygulama ve cezalandırma sürecine alınarak işkenceyle öldürüldüğü anlaşılmaktadır.
Abdullah Öcalan Sümer Rahip Devletinden Halk Cumhuriyetine Doğu adlı kitabında ; ”Dilaver Yıldırım kendisine güveninden ve dürüstlüğünden dolayı gitmişse, yazık olmuştur.” demektedir. Resul Altınok, Dilaver Yıldırım, Mehmet Şener ve arkadaşlarının muhalefeti örgüt içerisinde açık tarzda ortaya konan, sorumlu ve cesaret değerleri taşıyan kimlikli bir muhalefettir. Buna karşın PKK’da ortaya çıkan diğer kopmalar ve muhalefet biçimleri ise kimliksizdir. Bu muhalefetlerin kimliksiz yapısı nedeniyle halkta belli bir saygı ve ilgi uyandırması ve sürekli şüpheleri üzerinde barındırmaması da mümkün değildir. Çünkü diğer muhalefetler Apo’nun kişisel kültünü büyütüp var etme temelinde örgütün kongresini silme ülkü, ulus, siyasal iktidar gibi vazgeçilmez değerleri tüketme süreçlerinin birer elemanı ve çalışan durumundadırlar. Bu husustaki sorumlulukları bir yana örgüt içerisinde bulundukları sürece açık bir muhalefetleri yoktur. Bu dürüstlük ve cesaretten yoksundurlar. Sistem her şeye rağmen kendilerine barındırma imkanı vermez duruma geldiğinden ve her şeye rağmen birey olarak üzerlerine üzerlerine gelmeye başladığından kopmak durumunda kalarak, söz konusu kopuş sürecinden sonra muhalefete soyunmuşlardır. Bu nedenle muhalefetlerinin bir değeri olmadıkları gibi, bunlardan çoğu kişisel istem ve yaşam alanlarına bir anlayış ve özerklik bulamadıkları için ideolojik olmayan kopuş nedenlerini kopuş süresincen sonra ideolojikleştirmişlerdir.
PWD adlı oluşumla PKK’dan kopanlar 4 yıl Demokratik Cumhuriyet ideoloji ve siyasetinin uygulayıcısı ve savunuculuğunu yapmışladır. Bu bir yana Apo’nun kişisel kültünü büyütüp bütün değerleri tasfiye etme sisteminin kan taşıyıcıları arasındadırlar. Kopuştan sonra dahi anlamlı ve inandırıcı bir özeleştri sürecine girmedikleri gibi, PKK’nın Demokratik Cumhuriyet ideolojisinden tümden kopuş niteliği taşıyan bir algılayış ve açılma da gitmemektedirler. İşte bu nedenlerle bu oluşumda ve bu tür muhalefet tarzında bir kimlik göremiyoruz.
Aynı şekilde Mehmet Can Yüce’nin başını çektiği ve kendilerini önceleri : “Direniş çizgi savaşçıları” olarak nitelendiren , daha sonra da diğer bir grupla birleşerek ; “Sosyalisten Soreşgeran” ismini alan grup da aynı durumdadır. Bunların da Apo’nun kişisel kültünü oluşturup büyütme ve bunun paralelinde bütün vazgeçilmez değerleri ise silip süpürme niteliğindeki tasfiyeci ve irade kırıcı sistemin birer kan taşıyıcısı olarak çalıştıkları, aynı zamanda içeride hiçbir muhalefetlerinin olmadığı bilinmektedir.
Mehmet Can Yüce’nin Serhat Ararat imzasıyla Marmara depremi sonrasında ülkede Gündem gazetesinde yazdığı makalede dahi ; “Biz eskiden bağımsızlık hakkını savunuyorduk. Türk solu buna karşı çıkıyordu. Biz şimdi Demokratik Cumhuriyet çerçevesinde bir çözümü savunuyoruz, Türk solundan bazı gruplar yine karşıdır… Marmara depremi mazlumun ahının aheste aheste alınmasıdır.” şeklindeki cümlelerle Apo’nun İmralı’ya getirilişi sonrasında ortaya attığı Demokratik Cumhuriyet ideolojisi karşısında pozisyonunu ortaya koymaktadır. Ancak Apo’nun zamanla ilk söylemlerinin dahi altına düşmesi karşısında, M. Can Yüce ; “Bunları tartışalım” dediğinden her zamanki tahammülsüz kişiliğiyle ; “Mehmet Can bir aydın olarak görüşlerini söyleyebilir.” diyerek örgütsel bir konumunun olmayacağını ve artık bir birey muamelesi görmesi gerektiğini belirtmesinden sonra, sorun ideolojikleştirilmeye başlanmış ve bundan sonra kazan kaldırma aşamasına gelinmiştir. Bugün bile PKK’da öğrendikleri söylemler dışında herhangi bir söylem ve ufukları bulunmamaktadır. Bu nedenle bunlar da kimlikli bir muhalefetin sahibi olamamış, kitlelerde inanç ve güven yaratıp çekim gücü olamamışlardır. Şener’in uygulamaya alındığı süreç ve tasfiyesi incelendiğinde, 20 yıla yakın cezaevi arkadaşı durumunda olan Selim Çürükkaya ve diğer arkadaşları ile geçmişten beri nişanlısı durumunda olan Sakine Cansız’ın tutumları da ibret vericidir.
Aynı günlerde Selim Çürükkaya ; “Benim Şener tasfiyeciliğini görmeme siyasi körlüktür.” başlığı altında verdiği özeleştirisinde döktürüyor ve söz konusu özeleştirisi ülke gazetesinde yayımlanıyordu.
Mehmet Şener’e hiçbir zaman yakıştırmadığım ve köle ruhlu olduğu anlaşılan Sakine Cansız ise ; “İki tane Mehmet Şener tanıyorum. Bir tanesi duygularımı ve bedenimi verdiğim Mehmet Şener, diğeri ise önderliğin tahlil ettiği Mehmet Şener’dir.” diyerek, kendi önderliğinin yönlendirmeleri çerçevesinde döktürüyordu. Sakine, sistemin köleleştirdiği bir eleman olarak pozisyonuna devam etmektedir. Sakine türü tiplerden Ali Şer’in Zarife’si gibi model bir devrimci çıkacak değil ya. Zarife gibi bayan bir devrimci demokratik cumhuriyetçi olmuş PKK’lılar arasından nasıl çıksın ki ? Selim Çürükkaya ise, Sakine Cansız’dan farklı olarak sistem kendisi üzerine gelip yaşam alanı bırakmadığında kaçtıktan sonra açık muhalefet yürütmeye başlamıştır. Bu tür muhalefet zayıf ve kimliksiz bir muhalefet tarzı olmakla birlikte, Demokratik Cumhuriyet sistemi içerisindeki bireylerin durumunda olduğunu da kabul edemeyiz. Sonuç itibariyle bir farkı vardır. Selahattin Çelik, Şükrü Gülmüş gibi kişiler de Selim Çürükkaya ile aynı durumdadır. Bunlar da Mehmet Şener’in muhalefeti sırasında hiçbir muhalefet tutumuna sahip olmayan sistem içinde kalmaya çalışan bireyler iken, sistemin kendilerinin üzerine gelmesinden sonra kopup muhalefet olanlardır.
Şener’in dürüst ve cesaretli tutumuna rağmen Apo’nun koyduğu sistemin denetimindeki yayın araçları yanında istihbarat örgütleriyle olan ilişkileri ve örgüt içerisinde cezaevi arkadaşları tarafından yalnız bırakılması, öte yandan nişanlısı Sakine ve en yakın arkadaşı Kesire tarafından dahi suçlanır durumda bırakılması o günün koşullarında Şener’i anlamamızı ve muhalefetinin başarıya ulaşmasını engellemiştir. Selim Çürükkaya uygulama sürecine alınarak örgütten kaçırtıldığında ise açık alandaki yayın organlarında yayınlanan uzun bir makale ile 5 yaşından itibaren kişilik özellikleri anlatılarak aşağılanmak isteniyordu. Bu yazıyı yazan ise Selim Çürükkaya’nın kardeşi durumunda olan Sait Çürükkaya’ydı. Sait Çürükkaya ve Aysel Çürükkaya’nın da daha sonra kopması üzerine, bu defa başka arkadaşlarınca bütün Çürükkaya sülalesi üzerine yazılıp çizilmeye başlandı. Aysel Çürükkaya ve Sait Çürükkaya ise Apo’nun talimatları çerçevesinde yerin dibine batırdıkları Selim Çürükkaya’nın yanına yerleşmeye başlayarak birlikte muhalefet bayrağını yükselttiler.
Karasu zindanın en çok direneni olarak tahliye olduğunda, sisteme teslim olmayacağı şüphesiyle ; “Diyaloglar” adı altında sürekli kişiliğini ezdi. Rıza Altun’u Karasu’ya, Karasu’yu Rıza Altun’a tahlil ettiği görülmektedir. Mustafa Karasu’yu en çok direnen kişi olarak teslimiyet ve itiraf süreci yaşamış ve Avrupa sorumlusu olarak atanmış Kani Yılmaz’ın emir ve talimatları altına sokuyordu. Çünkü Kani Yılmaz’ın kişiliği ezilmiş ve iradesiz, inisiyatifsizleşmeye dayanan nesneliği kabul etmişti. Bu durumdaki birey her türlü talimatı hiç sorgulamadan yerine getirecek kişiydi. Kendine güveni ve iradesi olmadığı düşünülmekteydi. En çok direnenin teslimiyet ve itirafçılık sürecini yaşayanın emrine verilmesiyle Karasu’nun kişiliği bir daha ezildi. Bu şekilde Karasu’da bu sistemin bir figüranı durumuna getirildi. Mehmet Can Yücel kopuş sürecine sokulduğunda, Apo’nun ve sisteminin talimatları çerçevesinde küfür yazıları yazanların başında, Kani Yılmaz ve Sabri Ok gelmekteydi.
Kani Yılmaz ülkede gündem gazetesindeki makalesinde ; “Doğudan yükselen güneşten çark ediş” başlığıyla , Mehmet Can Yücel’in Apo İmralı’ya getirildikten sonra yayımlanan kitabının başlığını kullanarak, sistemin bir kan taşıyanı olmaktan çıktığına vurgu yaparak saldırıyordu. Kani Yılmaz koptuğunda ise geride kalan diğerleri saldırmıştır. En sonunda Kani Yılmaz’ın Avrupa deneyimi çerçevesinde ulaştığı bazı ilişkileri kullanarak PWD’nin diplomaside etkili olabileceği düşünülerek, Veli Çat adlı bir cezaevi arkadaşının oğlu kullanılarak katledilmiştir. İşte Apo’nun sistemi ve kişiliği budur. Birbirine kırdırmaya komployla katledip tasfiye etmeye, gerçekleri saptırmaya, her süreçte ayrı bireyleri kullanmaya dayanan bir sistemdir.
Sonuç itibariyle Apo ve Osman’ın kişiliğiyle sistemlerini iç içe analiz ederken, aynı zamanda Demokratik Cumhuriyet ideoloji ve siyasetinin kitle önünde açık reddiyecisi durumunda olmayan bütün siyasetçi ve aydınların kişiliklerinin de bazı yönleriyle analizini yapıyoruz. Sömürgeci devletlerin yarattıkları sistem ve değerlerinden kesin kopuş sağlamayanlar ister istemez sömürgeciliğin travmalarının izleriyle bazı değerlerini bünyelerinde taşıyacaklardır. Sömürgeciliğin Kürdistan’daki Truva atı ve kendisi olan Demokratik Cumhuriyet ideoloji ve siyasetine yazılı veya sözlü söylem ve duruş çerçevesinde açıkça ve kitle önünde tavır almayanlar, ister istemez Demokratik Cumhuriyetçilikten kesin kopuş sağlamayan ve bu çizginin bazı değerleriyle tahlil ettiğimiz kişilik özelliklerinin en azından bazılarını bünyelerinde taşır durumdadırlar. Demokratik Cumhuriyet olarak adlandırılan ideoloji ve siyaset ile özce tahlil ettiğimiz sistem reddedilmeksizin ve buna karşı açık ve cesur ideolojik politik mücadele yürütülmeksizin Kürdistan’da siyaset yapılamaz. Bu yapılmaksızın yurtsever bir aydın ve siyasetçi de olunamaz. Bu sistemin ve çizginin kurumlarında çalışanlar kadar, çalışmayıp dar kişisel ortamlarda rahatsızlıklarını ifade eden ancak kitle önünde tutumlarını ortaya koymaktan kaçınarak oportinist bir yol izleyenler de uşaklıktan kesin kopuş sağlamayan oportinist aydın ve siyasetçilerdir. Sömürgeci devletlerin sistemleriyle bu sistemin içerideki Truva atı olan tasfiyeci ve iş birlikçi Demokratik Cumhuriyetçiliğe karşı kesin kopuş temelinde ideolojik politik saldırı yapılmadan Kürdistani bir çizginin sahibi olmak ve yurtsever devrimci bir mücadele yürütmek olanaklı değildir. Olanaklı olabileceğini söyleyenler ise kendini ve halkı aldatan ikiyüzlü uşaklardır. Demokratik Cumhuriyetçilik terk edilmeksizin, bütün Demokratik Cumhuriyetçiler sosyal anlamda selam verilmeye dahi laik değildir. Demokratik Cumhuriyetçilik sömürgeciliğin lanetidir.
Türk devletinin herhangi bir çavuşu ordu içerisinde en alt rütbededir ve herhangi bir önem ile etki ve güce sahip değildir. Ancak Kürdistan’ın herhangi bir yerinde bir karakola görevlendirilip emrine 20 - 30 asker verildiğinde, kendisini oranın küçük Tanrı’sı olarak görmeye başlamaktadır. Buna karşın köylüleri ve çevreyi ise bir nesne düzeyinde görebilmektedir. Üstündeki komutanlara karşı ise her bağırışta saygı duruşuna geçip komut vererek titreyebilmektedir. Bir kabilenin reisi durumunda olan küçük çaplı bir Kürt ağası dahi bulunduğu yerde ve köylüleri karşısında bir Tanrı konumuyla hareket ederken, köylüleri ise bir nesne durumuna düşürüp bu şekilde muamele etmektedir. Buna karşın aynı küçük ağa tiplemesi büyük bir aşiret ağasına karşı ise etek öpüp biat ederek hiçleşebilmektedir.
Devletin egemenlik alanına girdikleri anda ise bizim mıtırpların bir sanat olarak yaptığı ancak sosyal yaşantılarında kesinlikle uygulamadıkları şekliyle devletin otoritesinin ve bütün değerlerinin methiyecisine dönüşüp ; “Şabaş” üzerine “Şabaş” çekebilmektedirler. Biz sadece bu durumda Apo ile sistemi içerisindeki komutan olanların durumunu tahlil edip anlayabiliriz. Apo’nun İmralı ifadeleri ile kitabı bir savunma değildir. Daha çok kendi devletine bir özeleştiri metnidir. Kendi çocukluğunu , kişiliğindeki zaafları ve özel yaşamını hatta bütün arkadaşlarının kişiliğini tek tek dile getirmesinin başkaca hangi gerekçeden kaynaklanmıştır. Köylü karşısında kendisini Tanrı gören ve köylüyü nesne durumuna düşüren ancak Türk güvenlik görevlileri ve devlet karşısında dizlerinin bağı çözülen ve özne olmaktan çıkan kişilik yapılanması, bir feodalin kişilik yapılanmasıdır.
Apo efendi Kürt gençlerini Kesk Sor u zer bayrağı için ölüme çağırırken, İmralı’ya getirir getirmez hiçbir Kürtte ortaya çıkmayan zavallı bir pratikle Türk bayrağını öpüp önünde poz vererek ; “Benim annem de Türk, devlet olanak verirse hizmet etmeye hazırım.” demesi bir kabile ya da aşiret ağası durumunda olan kişinin diğer bir gücün hakimiyet alanına geçtikten sonra kendi sahte Tanrılık durumundan çıkıp zavallı bir nesne durumuna düşmesi değil, de nedir? Apo’nun dışında herhangi birisi yarım saat önce aynı tutum içerisine girmiş olsaydı bütün Demokratik Cumhuriyetçiler yüzüne tükürüp ajan ilan etmeyecek miydi ?
Demokratik Cumhuriyetçilerin ; “Ajan ve işbirlikçi olarak” nitelendirip teşhir ettikleri hatta saldırdıkları bütün siyasi kişiler içinde bu kadar düşkün bir duruma düşeni var mıdır ? Bütün bunlara rağmen bu durum Demokratik Cumhuriyet adı altında normalleştirilip teorisinin yapılması nasıl sindirilebilir, nasıl kabul edilebilir ?
Demokratik Cumhuriyetçiler Kürdistan’ın sömürge olduğunu ve sorunun bağımsızlık çerçevesinde çözüleceğini ortaya koyup bunun pratiğini vermeye çalışan bütün örgütlere dahi ; “Ajan, işbirlikçi” yaftası takarak fiziki imhaya dönük silahlı saldırılarla katliamlar yapmalarına rağmen ve bu pratiklerine günümüzde de devam ederek bireysel aydın ve siyasetçilere dahi aynı yaftaları keyfice yapıştırmakla birlikte, içinde bulundukları işbirlikçi durumun siyasal değerlendirme çerçevesinde ortaya konulması durumunda ; kendilerine hakaret yapıldığını , hatta küfür edildiğini ileri sürmektedirler. Bu Demokratik Cumhuriyetçilerin tahammülsüzlüğü yanında bir çifte standardıdır. Bunlar eleştiri kültüründen yoksundur. Eleştiriden anladıkları ise kendini aşağılama , inkar etme olduğu için kendilerine dışarıdan yönelen eleştirileri de bu çerçevede algılamaktadırlar. Bu algılayış bir ölçüde de olsa diğer Kürt eğilimlerinde de vardır.
Feodalitede ; “Yan kırılır , içeride kalır” algılayışı çerçevesindeki yaklaşım esas olduğun eleştiri kültürü yoktur. Bunlara ve diğerlerine siyasi eleştiri kültürünü öğretmek veya dayatmak zorundayız. Suya sabuna dokunmayan ya da kendisini okşayan düşünceler dışında hiçbir şeye tahammülü olmayan yapı düşünce ve ufuk üzerinde tasfiyeci rol oynamaktadır. Apo’nun sistemi ve tahammülsüzlüğü ufuksuzluğu yaratmaya dönüktür. Bu ufuksuzluğu yaratmaya dönük olduğu için de kendisinin de itiraf ettiği gibi birikimli ve yetenekli bireylerle sürekli sorun yaşamakta buna karşın eğitimsiz ve ufuksuz bireylerle ise bir sorunu bulunmamaktadır. Ufuksuz ve iradesiz insandan korkmazken, özneliğini koruyan birikim ve ufku olan birey ülke ulus ve iktidar değerlerine ne kadar bağlı olursa olsun mutlak anlamda Apo kişiliğiyle sorun yaşayacaktır. Çünkü Apo bu tür kişilikleri kendi sistemi karşısında zararlı bir unsur olarak görmekte ve korkmaktadır.
Korkusu ise sadece aşırı şüpheci kişiliğinden kaynaklanmamakta, kendisine tümden güvensiz olmasıyla da ilgilidir. Öte yandan çok yüzeysel ve genellikle kulaktan dolma eklentik bilgilere sahip olması bile istisnaen okuduğu herhangi bir kitabın etkisinde kalıp yazdıklarında bu kitapları özetlemesi ise, birikimli kadrolara karşı diğer bir handikapını oluşturmaktadır. Dogmalar yaratarak daha eğitimsiz durumda olan bireyleri bu dogmalara bağladığından ve dogmaya bağlanan insan Apo’nun önceki süreçlerde ya da dün söylediği cümleleri dahi sonraki cümleleriyle karşılaştıramadığından ve esasen bu tür bir tip istendiğinden analiz yapma yetisi olan, dünyayı algılayan en azından soru soran ve kendisine öz güveni bulunan birey Apo ve sistemiyle karşı karşıya gelmektedir.
Apo’nun kişiliği ve sistemi nazara alındığında, Stalin’in kabalık ve hatalarına rağmen, Stalin’de dahi tanımlanamaz. En azından Stalin’in militan bir kişiliği vardır. Nazi orduları Rusya’ya girip yıkarak ilerledikleri sırada, Hitler’in bir generali Stalin’in içerisinde bulunduğu köşkün dürbün mesafesiyle görülebildiğini ifade etmektedir.
Buna rağmen, Stalin daha geri bir cepheye kaçmamakta ve ; “Direnin” demektedir. İşte bu direniş iradesiyle Hitler faşizmi yenilgiye uğratılmış ve Dünya daha büyük bir felaketten kurtulmuştur. Apo’nun kişiliği bir küçük ağanın Kürt köylüsü karşısında kendisini Tanrı görüp köylüyü nesne durumuna düşürmesi ve buna karşın elinde daha büyük gücü bulunduran odaklara karşı ise nesneleşmesi nedeniyle de büyük ölçüde açılan feodal koşullarda analiz edilebilir. Lenin ciddi bir hastalıkla hastaneye kaldırıldığı sırada, diğer hastaların bulunduğu odalardan farklı olarak kendisine özenle ve ayrıcalıklı şekilde döşenmiş odayı gördüğünde, bunu kabul etmeyerek halktan insanların kaldığı herhangi bir odada kalacağını söylemiştir. Apo’nun yaşam ve davranış tarzına bakıldığında ise örgüt içerisinde yasak olan ve kural haline getirilen her şeyi bizzat ihlal eden durumundadır.
PKK’daki bireylerin küfür etmesi ya da argo sözlerle üslupsuzluk yapması aşağılanan, yasaklanan ve yadırganan bir durumdur. Apo’nun kendini sürekli tekrar şeklinde dile getirdiği kişisel anılarını anlatma broşürleri olan , Ancak PKK’da ; “Nisan 1998 çözümlemeleri, Şubat 1997 çözümlemeleri” gibi adlarla isimlendirilen konuşmalarında ortamda dinleyici durumda bulunan bütün gerillalara ; “Eşekler, alçaklar, şerefsizler” gibi hakaret ve küfürleri rahatça söylediği bilinmektedir. Medyatik herhangi bir Türk sanatçısı hakkında değerlendirme yaparken ; “H… A… tam bir orospudur” cümlesini çok rahat kurabilmektedir. Daha kötü küfürlerini ise, örneklemeyeceğiz. PKK üyeleri ile bunların tabanında bulunan sıradan kişiler açısından dahi içki içmek gayri ahlaki görülen yasaklar arasındaydı.
Aynı broşürlere bakıldığında ; “Ben bir bardak içerim, benim durumumu kendi durumunuzla kıyaslamayın” diyen bir kişiliktir. Diğerlerinin kutsal duyguyla sevdası dahi cezalandırma ve teşhir konusu dahi edilirken, Apo’nun bireyler üzerinde sadece güdü ve fantezilerinin tatminine dayanan cinsel istismarına karşı ise örgütsel yapı içerisinde ses çıkarma cesareti gösterebilen tek bir kişinin olmadığı anlaşılmaktadır. Sadece kopanlar, kopuştan sonra izleyicisi ya da kurbanı oldukları bu olayların anlatıcısı olmaktadırlar. Sosyal yaşamdaki bu bozgunculuk keyfilik ölçüsüzlük ve bütün değerlerden yoksunluk siyaseten de vardır. Osmanlı sultanlarından 4.Murat alkol, fuhuş, uyuşturucu türünden bütün şeyleri yasaklamış olmasına rağmen, kendi yasaklarının tümünü kendisi çiğnemekteydi. Abdullah Öcalan da koyduğu yasakları bizzat çiğneyen 4.Murat kişiliğinin bir kopyası durumundadır. Apo kişiliği, bizzat koymuş olduğu kural, kaide ve ölçüye dahi gelmeyen keyfi ve ölçüsüz bir kişilik şekillenmesidir.
Apo İmralı’ya getirilmeden bir hafta önce kendi talimatları çerçevesinde kongre tarafından alınmış kararları, bir hafta sonra yakalanıp İmralı’ya getirildikten sonra yeni bir kongre yapılarak söz konusu kararların değiştirilmesini istemiştir. Kongre kararları dahi bir gün ya da bir hafta arayla Apo’nun ağzından çıkan 2 sözcükle tümden tersi bir istikamette değiştirilebilmektedir. Bu çerçevede program da ortadan kaldırılmaktadır.
Roma’dayken onayladığı kongre kararlarının İmralı’ya getirildikten sonra yani yaklaşık bir iki hafta içerisinde ; “Dünyadaki değişime ayak uydurma” adı altında ortadan kaldırıp değiştirmesi bu kişiliğin tek başında kendisini kongre yerine koyduğunu ve değişen kişisel pozisyonu üzerinden dünyayı tanımladığını göstermektedir. Ancak bu kişilik kendi kişisel pozisyonu üzerinde dünyayı tanımlamakla kalmamakla , şahsi pozisyonu üzerinden diğerlerinin de dünyayı yorumlamalarını salık vererek ardıllarını ufuksuz ve beyinsiz hale getirmektedir. Herhalde bu kadar derinleşen bir ben merkezciliğe hiçbir kişilikte rastlanmayacaktır.
Apo’nun yaşadığı bazı kişilik sorunları çocukluğuyla da ilgilidir. Kendi anılarını anlatırken annesinin üç kez boğazına çöreklendiğini ve kendisini boğarcasına boğazını sıktığını belirtmektedir. Annesinin ve babasının ağır sorunlar yaşadığını ve annesine güç geçiremeyen babasının köye yakın tepeye çıkarak kendisine küfrederek deşarj olduğunu pek çok kez anlatmıştır. Çocuk yaştaki bir bireyin herhalde en çok ihtiyaç duyacağı şey annesi ve babasının ilgisi ve şefkatidir. Anne ve baba şefkatinden öte, annenin zulmü ve şiddeti altında geçirilen bir çocukluk süreci vardır. Bunu izleyen köyden kaçış ile kendi damatlarının evinde kalmanın doğurduğu süreç başlamıştır. Bu süreçleri ne hikmetse devletin güvenlik görevlilerine ve savcılarına da uzun uzun anlatmıştır. Aslında kendini suçlu durumunda gören birey bu tür ailevi ve sosyal koşullarını ortaya koyarak ailesel ve sosyal koşulların kendisini suça ittiğini yansıtmaya çalışır. Apo’nun çocukken ailede ihtiyaç duyduğu sevgi şefkat ve ilgiden yoksun olarak büyümesi, bunun aksine şiddet ve dıştalanma ile karşı karşıya kalması devletin bir subayı olmak için de istediği sonucu alamaması karşısında toplumda hedeflerini gerçekleştirememiş, kendi kişiliğini ispatlayamamış toplumun ilgi ve şefkatine olabildikçe aç kalmış bir kişiliği geliştirmiştir. Bu durum PKK içerisinde başkaca kişilerin tutsaklık koşullarında dahi öne geçmesini hazmedememesinin ve kendi şahsi kültünü büyüterek tarihsel ve toplumsal değerleri hiçleştirmesinin temel nedenlerinden biridir.
1956’da tutuklanıp yakalanan Castro’nun , çıkarıldığı mahkemede karşısında mücadele ettiği gücü sorguladığı bilinmektedir. Kendini sorgulatmayan Castro’nun ; “Tarih beni beraat ettirecektir.” diyerek kimseden herhangi bir af ve beraat istemediği de bilinmektedir. Bir toplumun sözcüsü ve büyük davaların adamı pozisyonunda olan kişinin tutumu bu şekilde olur. Castro’nun bu tutumu sonrasında ardıllarının da moral motivasyonu yükselmiş ve hedeflerine kilitlenmişlerdir. Temel ideolojik politik referanslarını güvensizlik yaratacak şekilde bir zavallı tutumla ret ve inkar etme yerine, bütün referanslarının savunucusu olmuştur. Bunun üzerine tutuklamadan 3 yıl sonra hedefe ulaşıp kendi devrimlerini ve kurtuluşlarını sağlamışlardır. İdeolojik politik referanslarını inkar eden bir Castro’nun ardıllarıyla birlikte bir başarı sağlamasının olanaksız olacağı ise aşikardır. Küçük bir nüfustan ibaret olan Doğu Timur halk hareketinin gerilla lideri olan Gusmano Hanana 1991 yılında, bir uluslar arası operasyonla, Asya’nın kaplanı olarak nitelendirilen 200 milyon nüfuslu Endonezya hükümetine teslim edildi.
7 yıl devam eden tecrite rağmen temel referanslarından herhangi bir taviz vermemesi ve ardıllarının da yükselen motivasyon ve heyecanları ile hedefe daha da kitlenmeleri sonrasında Endonezya hükümetinin önce özerkliği kabul ettiği ve 2002 yılında birleşmiş milletlerin denetimi altında yapılan referandum neticesinde doğu Timur’un bağımsızlığa kavuştuğu bilinmektedir. Demokratik Cumhuriyetçiler bir anlamda tarihin sonuna gelindiğini savlayarak , dünyanın mevcut koşullarına ulusal mücadelelerin sonuç almasının imkansız hale geldiklerini ve ayrıca güncelliklerini de yitirdiklerini Apo’nun zırvaları çerçevesinde halkımızı aldatmak üzere ortaya koyarken,
Doğu Timer Gusmano Hanana onları tekzip etmekteydi. 2006 yılında 600 bin kişilik Karadağ’da demokratik cumhuriyetçilerin bu zırvalarını tekzip etmiştir. Aydınlık yol hareketinin lideri olarak Peru’daki Fujumuri faşizmine karşı mücadele eden Guzman’da 1991 yılında uluslar arası bir operasyonla yakalanıp Peru hükümetine teslim edildi. Guzman bir kafes içerisinde caddede dolaştırılıp teşhir edilmek istenirken direniş tutumu içerisindeydi. Guzman’ın bir tek avukatı oldu ve 1991 yılından bu güne sadece bir kez Guzman’ı görebildi. Guzman ölüm cezasına çarptırılıp tek kişilik hücrede yaşam boyu hapiste mahkum kalmaya dönüştürülen cezası çerçevesinde hala cezaevindedir. Yer altındaki bir hücrede hiç kimseyle görüştürülmemektedir. Guzman’ın koşulları ile Apo’nun koşulları karşılaştırıldığında kesinleşen mahkumiyetten sonra dahi avukatlarıyla ve ailesiyle görüşebilen Apo’nun çok daha iyi durumda olduğu açıktır. Türk devletinin kanunları nazara alındığında mahkumiyet kararı kesinleştikten sonra 3 kez dışında avukatın hükümlü durumda olan kişiyle görüşmesi olanaklı dahi değildir. Guzman tek kişilik bir yer altı hücresinde ve hiç kimsenin bilmediği bir cezaevinde hiç kimseyle görüştürülmemesine rağmen, insanları uğruna bedel ödemeye çağırdığı ideallerden taviz vermemekte ve kendini inkara gitmemektedir. Dimitrov’un olayı incelendiğinde, bir komplo sonucu Nazi Almanyası’nın meclisini kundaklamakla suçlanmış ve Naziler tarafından bir adadaki hapiste tek kişilik hücrede olmasına rağmen elleri kelepçeli ve ayaklarına pranga vurulmuş şekilde çıplak vaziyette tutulmuştur.
Nazilerin atadığı tek avukatı kabul etmediğinden dolayı da avukatsız olarak duruşmalara çıkmıştır. Hiç kimseyle görüştürülmemiştir. Nazi Almanyasının bu faşist koşullarında dahi faşizmi sorgulamış, komplosuyla birlikte teşhir etmiş ve ideolojik politik anlamda kendini inkar etme yerine temel idealleri savunarak ardılları açısından bir moral ve değer olmuştur. Aynı şeye Bruno’nun, Şuhreverdi’nin ve Ebu Müslim ile Halacı Mansur’un kendi düşüncelerini ve liderlik ettikleri mazlumları savunuş süreçlerinde de görüyoruz. 75 yaşında olan ve pek çok petrol benzinliğinin sahibi durumunda olan Orta Burjuva sınıfın bir elemanı durumundaki Yaser Arafat dahi kendi konumuna yakışan bir duruş ve tavrın sahibi olmuştur. Mazlum Kürt halkının mücadelesi için hiçbir dönemde, herhangi bir dayanışma duygusu göstermeyen ve Halepçe soykırımında bile bir demeçle kınamaktan kaçınan Arafat’ı ulusumuzun sevgisine layık görmüyorum. Oslo’daki tutumu çok zayıftır. Bununla birlikte , İsrail tank ve uçaklarıyla karargahına saldırıp kuşatarak içine girdiğinde dahi teslim olmayı ret etmiştir.
Bulunduğu odadaki iki arkadaşı kurşunlanmasına rağmen ve ; “Uçakla burayı terk et ya da teslim ol” söylemlerine karşılık ; “Ben Filistin’in devletinin başkanı ve bir halkın lideriyim. Ulusal topraklarımızı terk edemeyiz.” şeklinde yanıt vermiştir. Arafat’ın Oslo’daki zayıf tutumuna rağmen ortaya koyduğu bu tutum ardılları açısından önemli bir değerdir. Filistin hareketi bu duruşla önemli bir ivme kazanmıştır. Örnekleri daha da çoğaltmak mümkündür.
Ancak Apo gibi hem bir taraftan şişinip kendisini abartan , hem de 300 km öteden ; “Höt” denilir denilmez bulunduğu noktayı da , Kürdistan’ın 4 parçasını da terk edip bütün kıtaları uçakla gezen ve her yere sığınma başvurusu yapan ve sonuç itibariyle dünya kapitalizminin çıkar bağlantılarıyla birbirine bağlı devletlerinin istihbaratı elinde bir oyuncağa dönüşen hiç kimse olmamıştır.
Demokratik Cumhuriyetçiler gerek kendi yayınlarında, gerekse Yunanistan’daki mahkemeye gönderdikleri elemanları aracılığı ile Apo’nun yakalanmasının sorumluluğunu Yunanistan’a yüklemeye çalıştıklarında, bu söyleme bir yanıt olarak Yunanlı yetkili ; “Abdullah Öcalan’ı biz mi getirdik. Kendi topraklarında kalsaydı.” diyerek en öğretici yanıtı vermişti. Oysa Apo konformist olmayan dağ koşullarında yaşamak açısından kendisine güvenmediği gibi, arkadaşlarına ve Kürt halkına da bir güveni olmayan bir kişilikti. Kendi söylemlerine dahi inanmayan bu kişiliğin kendisine yönelen güncel zorlama karşısında doğruyu tercih etmesi mümkün değildi. Bir itirafçıda dahi görülmeyen düşkün duruş ve tutumuna rağmen Apo’nun Sümer Rahip Devletinden Halk Cumhuriyetine adlı kitabında hala kendisini Hz. Musa, Hz. İsa, Hz. İbrahim gibi peygamberlere benzetmesi ve hatta yüzeysel ve çarpık bilgilerine rağmen Marks’ı aştığını söylemesi bir komedidir. Musa Kürtçede sadık kardeşim demektir. Kürtçedeki Musawi kavramı Yahudiliğin ortaya çıkışından önce de vardır. Zerdüştlük ile bu dinin iki yorumu olan Ezidi’likteki Bratiya Axireti ( Ahiret kardeşliği ) ve Sersori’deki ( Kızılbaşlık - Alevilik ) kan kardeşliği anlamındadır. Türkler yaklaşık 950 yıl önce bu topraklara geldikten sonra bir kısmı Müslümanlık, diğer bir kısmı Alevilik dinini kabul ettiğinden bu kardeşliği kendi dillerine ‘Musayiplik’ şeklinde uydurmuşlardı.
Kürtçede Musa sadık kardeşim demekken, Musawi ise ; iki arkadaş arasında tutulan kan kardeşliği ya da ahiret kardeşliği demektir. Bir Kürt olan Hz. Musa Urfa’nın kırsal alanında 7 yıl çobanlık yaptıktan sonra, kabilesiyle birlikte güneye göç eden ve Zerdüştlük dininin temel referanslarını esas alarak Zerdüştlüğü İbrani toplumunun o günkü sosyal koşullarını uygulayan bir liderdir. Hz. Musa’nın yaşadığı tarihsel süreçte ulusallık olgusu ya da milliyet olgusu ortaya çıkmadığından bir Kürt olan ve etnik köken anlamında Araplıkla ilişkisi olmayan Selhaddini Eyyubi’nin ( Selahaddine Eyyubi ) Araplara önderlik edişine benzer bir durumdur. Yahudiliğin bir din olarak ortaya çıkışında Zerdüştlük temel zemindir , belirleyici etkiye sahiptir. Hz. Musa daha iki tokat yemeden yurdunu satışa çıkaran bir kişilik değildir. Tersine yurtlaşma için amansız yürüyüşlerin ve çabaların sahibidir. Kırk yıl boyunca mahiyetindeki topluma bir yurt alanı yaratmak için didinen ve kırk yıl dağda yaşayabilen bir kişiliktir. Apo ise dağlara güvenmeyen ve bir gün dahi dağda yaşamadan kaçan bir kişiliktir. Hz. Musa , mahiyetindeki kişilerden bazılarının kararsızlığına ve hedeflerden sapmalarına karşı her zaman kararlı duran bir liderdir. Bu olgular nazara alındığında, Apo’nun kendisini Hz. Musa’ya benzetmesini, hem bir hakaret, hem de bir komedi saymak zorundayız. Hz. İbrahim ise münafıkların putlarını kırma eylemini gerçekleştirendir. Bir put kırıcı olarak put sahiplerinin bir işbirlikçisi ve putçuluğun yeniden üretilmesi ile güncelleştirilmesinin piyonu değildir. Urfa’da mıncınıkla yanan odun yığını içerisine atıldığında dahi, inanç ve hedeflerinde kendini inkara gitmeyen yiğit bir duruşa sahiptir. Bir Kürt olarak Hz. İbrahim ( Birahîn - Bira Hîm - Ê Ber Hîm - Î Bira Hîm ) egemenlere karşı ortaya koyduğu yiğit mücadelesinde yenilmiş olsa da ve Urfa’da kendisine yaşam alanı kalmamış olsa da inanç ve hedeflerinde hiçbir sapma ile inkar ortaya çıkmamıştır. İnançlarını pratik yaşama aktarmak için güneye göç etmiş ve tarım ile hayvancılık devrimine önderlik eden Mezopotamya’nın Kadim halkı Kürtlerin bir ferdi olarak diğer bölgelere göre gelişmiş kültür ve uygarlığın ve dini inançların bir taşıyıcısı olmuştur. Hz. İbrahim Kürdistan’daki inanç sistemini güneye taşımış ve güneydeki alt ve üst yapı ilişkilerine göre yeniden yorumlamıştır. Hz. İbrahim’in güneye taşıdığı Kürt inancıdır. Kürt toplumunda Hz. Nuh Hz. İbrahim ve Hz Musa’nın Kürt olduğuna ilişkin bir inanç vardır. Ancak biz Hz. Nuh , Hz. İbrahim ve Hz. Musa’nın Kürt olabileceğini söylerken sadece bu halk inancına dayanmıyoruz. Hz. Nuh , Kürdistan’ın Cizre ve Agiri ( Ararat - Ağrı ) şehirlerinde yaşamıştır. Nuh gemisinin oturduğu dağın hangi dağ olduğu açısından dünyadaki bilim adamları üç temel teori getirmektedir.
Kimisi Cizre’nin hemen arkasında yükselen Cudi veya Zagros dağlarına oturduklarını, kimisi ise Ağrı dağına oturduğunu ileri sürmektedir. Sonuç itibariyle üç dağ da Kürdistan coğrafyası içerisindedir. Gerek Cizre’de gerek Ağrı’da Hz. Nuh’un birer türbesi de bulunmaktadır. Nuh ismi ise Kürtçede yeni demektir. Hz. Nuh gerçekleşen helak ve felaket üzerine yeryüzünde insan , hayvan ve bitki türlerinin devamını yeniden sağlamak , yeni bir döneme yol açmak yeniden hayata yol vermek için yaptığı gemiye her türden bitki ve hayvan türünden alarak sağlamıştır. Bu anlamda Hz. Nuh peygamberin isminin anlamının Kürtçe olması ve yeni anlamına gelmesi de yaşam pratiğine ve eylemine uygun düşmektedir. Hz. Nuh, insanlığı ve kendi toplumunu sürdürme, bir yaşam alanı yaratarak yeni yaşam koşularını oluşturma çabasının lideridir. Var olan yaşamda erime tutumu yoktur.
Hz. İbrahim ve Hz. Musa’nın Kürdistan’ın bir şehri olan Urfa’da yaşamalarına ve güneye gittiklerinde dahi adlandırdıkları yerlere Kürtçe isimler vermelerine, çocuklarının ve eşlerinin isimlerinin Kürtçe olmasına, öte yandan o dönem güneyde yaşayan İbranilerin içerisine girdikten sonra Kürt milli inancı olan Zerdüştlüğü onların içinde bulundukları sosyal yaşam üzerinden yeniden yorumlamaları ile Zerdüştlüğün Yahudilikteki önemli etkilerine bağlıyoruz. Kürtçede ; Hz. Bırahim ( kardeşkaya , kardeştemel ) ve Bırahem ( aynı sütü emmiş kardeş , çağdaş , öğrenmiş ) , buna karşın Bırahin ( bazıları , git gide ) anlamlarına gelmektedir. Türklerin İbrahim şeklinde dillerine uydurdukları isim Kürtçede Bırahim’dir. Hz. İbrahim’in karısının adı ise Sare’dir, Kürtçede Sare ismi ise, serin veya soğuktur, anlamındadır. Hz. Musa’nın isimlendirdiği Şina Çölü ismindeki Şina Kürtçe’de yeşil demektir.
Dağda mahiyetindekilerle büyük açlık ile boğuşan ve açlıktan kırılmayla yüz yüze geldikleri sırada kayadan akan su ve gökten yağan beyaz besin ile kurtuldukları dağa ise ; “Çebu” ismini vermişlerdir. Çebu Kürtçede oldu demektir. Gökten yağan besine ise Hz. Musa ve mahiyetindekilerin nan dedikleri bilinmektedir. Nan ise Kürtçede ekmek demektir. Bu verileri derinleştirmek mümkündür. Bu kavram ve adlandırmalar İbranice değil , Kürtçedir. Şeytan ve tek yaratıcı Tanrı kavramına ulaşan , aynı zamanda ilk kitaplı din durumunda olan Zerdüştlük ( Zerdeşti ) yerleşik yaşama geçiş, tarım ve hayvancılık devrimi döneminin dinidir. Eşitlikçi ve insan iradesinin sınırlarını genişleten bir öze sahiptir.
Zerdüştlük ( Zerdeşti ) kavram olarak Kürtçede altın ova, sarı ova, altın el anlamlarına gelmektedir. Kitaplı ilk dinin yaratıcısı olan Hz. Zerdüşt peygamber, Kürtçe yazmıştır. Kürdistan’da yaşamıştır. Zerdüştlüğün etkileri altında ortaya çıkan Mani de, Zerdüştlüğün temel ritüellerine ters düşmeden, felsefesini Kürtçe yazmıştır. Yine bir Kürt felsefecisi olan Şuhreverdi, ışık felsefesini Zerdüştlük ile Manizmin etkileri altında geliştirmiştir. Zerdüşt, Mani ve Şuhreverdi’nin felsefesi batı felsefesinin de kaynağıdır.
M.Ö. 338’de Kürdistan’ı istila eden Makedon kralı İskender’in istilasıyla Yunanlılar Kürdistan’daki kültür , uygarlık ve felsefeyi transfer etmiştir. Hz. Zerdüşt (Hz. Zerdeşt) din ve felsefesinin temel özü, eşitlik, özgürlük, insan iradesini genişletme, toplumu yeniden düzenleme, karanlık, zulüm ve kötülüğe karşı aydınlık ve iyiliğin savaşımını vermektir.
Zerdüşt dualizminde kendisini karanlıkla birleştirme, karanlık sisteminin ir parçası olma bulunmamaktadır. Konuyu dağıtmamak açısından Apo’nun ideolojik politik anlamda kendini inkar eden, teslimiyete giden zavallı duruşuna rağmen, kendisini Hz. Zerdüşt ve Hz. Musa’ya benzetmesine de bir anlam veremiyoruz. Bir benzerlikten öte hiç benzememek üzere bir karşıtlık vardır. Hz. İsa, İbrani toplumunda Hristiyanlık inancının kurucusu ve temsilcisi olarak ortaya çıktığında, kendisini inkar etmesi için ağır işkencelerden geçirilmiş, kafasına çivili taç geçirilmiş ve vücudunun dört yerinden çarmıhla ağaca çakılmıştır. Bu ağır işkencelere rağmen inançlarını terk etmediğinden, katledilmesine rağmen o gün küçük bir azınlıkla sınırlı olan dinsel inancı dünya nüfusunun büyük bölümünün inancı haline gelmiştir. Hz. İsa egemenlerin inançlarını ve dayatmalarını kabul etseydi, kimliksiz bir duruş içerisine girseydi , öldürülmesine rağmen inanç sisteminin bütün dünyaya yayılması mümkün olamazdı.
Hz. İbrahim münafıklara Hz. Musa Firavuna ve Hz. Zerdüşt ise kötülük ve karanlık tanrısı Ehriman’a ; “Siz ilericisiniz, büyük işbirliği temelinde iktidarınızı ve devletinizi güçlendirelim biz stratejik müttefik olalım, resmi ideolojinizi güncelleştirip yenileyelim.” türünden teslimiyetçi, işbirlikçi, gerici bir anlayışın sahibi noktasına getirilmiş olsalardı, peygamber olmak bir tarafa her halde onları adam yerine koyan bile olmazdı. En ağır acı ve işkencelere rağmen Hz. İsa’nın, Hz. İbrahim’in direnişi müthiş olduğu gibi, en ağır yaşam koşullarına rağmen Hz. Nuh’un ve Hz. İsa’nın dayanma güçleri, kırılmayan iradeleri ve hedefe kilitlenmişlikleri müthiştir. Buna karşın Zerdüşt kötülük ve karanlığa karşı amansız bir savaşımın temsilcisi ve toplumu eşitlik ile özgürlük değerleri çerçevesinde yeniden düzenlemenin adıdır. Apo’nun gerek ahlakı ve kişiliği , gerekse içerisinde bulunduğu teslimiyetçi duruşu ve kendini inkarına rağmen kendisini Hz. Zerdüşt, Hz. Musa, Hz. Nuh, Hz. İbrahim, Hz. İsa gibi pek çok peygamberle özdeşleştirmesi ve kendi ardıllarını da bu söyleme sevk etmeye çalışması, trajikomik bir durumdur, problemli kişiliğinin yansımasıdır. Tarih her zaman direnişlerle yaratılır. Tarih ve kazanımlar Demokratik Cumhuriyet ideolojisi ve Apo’nun duruşunda somutlaştığı gibi işbirlikçilikle ve dilencilikle elde edilemez. Demokratik Cumhuriyetçilik, dönmeliktir. Dönmelerin kendi kimlikleri olmaz. Kimlikleri olmayanlar ya da kimliklerini bozarak kimliksizleşenlerin yaratabilecekleri yeni bir değer yoktur. Tersine tahrip edecekleri toplum değerleri olacaktır.
Apo ve Demokratik Cumhuriyetçiler Kürt tarihini analiz ederken ; “Kürtler düşürülmüş bir halktır.” saptamasıyla aşağılayıcı bir yaklaşım ortaya koymuşlardır. Bu aşağılayıcı yaklaşımı Kürt halkının direnmeyi bilmemesine ve kendisine dayatılan koşulları kabul etmesine dayandırmışlardır. Oysa Kürt halkının tarihine bakıldığında henüz Apo anasından doğmadan sömürgeci devletlere karşı 28 ulusal ayaklanma çıkardıkları bilinmektedir. Med imparatorluğu yerine Pers imparatorluğunun geçişine kadar arayan halk toplulukları içerisinde devlet yönetiminde bulunan Kürtlerdir. Devlet dilleri de Kürtçedir. Huri, Guti, Mani, Urartu, Komagene, Sadadi gibi devletler Kürtlerin kurup yönettiği devletlerdir. Bu devletlerin ağırlıklı olarak kullandığı dil ise Kürtçedir.
Pers döneminden itibaren Kürtler iktidar yüzü görmese de Makedon kralı İskender’in M.Ö. 332-338 yıllarında doğuya saldırarak yerleşmesi sonrasında bunların egemenliğini kabul etmeyerek , vur kaç eylemleri gerçekleştirerek bir anlamda dünya tarihindeki ilk gerilla savaşını da Kürtlerin verdiğini biliyoruz. Bunların Kenefon’un Anabasis adlı eserindeki anlatımlarından çıkarıyoruz.
Kürt halkına ; “Düşürülmüş halk” yaftasını yapıştırıp aşağılayan Apo’nun söz konusu nitelendirmeleri kendi kişiliğinden çıkardığını düşünüyoruz. Bu nitelendirme Kürt halkının direnişçi özelliklerine uygun düşmemektedir. İtirafa giden bir Kürdün dahi sergilemediği kadar zayıf bir duruşun sahibi olan ve bayrak öpen Apo’nun duruşuna uygun düştüğünü düşünüyoruz. Apo bayrak öpüp annesinin etnik kökenini dahi Türkleştirmeye çalışırken ve Kürtlerin ulusal topraklarını ret ve inkar ederken Roma’da da ülkemizde de Kürt halkının ayakta olduğu bilinmektedir. Demokratik Cumhuriyetçi PKK kendi lideri Apo’nun teslimiyet ve işbirlikçilik pratiğinde düşürülmüş ve yenilgi sürecine sokulmuştur. 70 insanımızın Apo gibi bir kişilik için kendini yakmalarına üzülüyorum. Apo’nun ve diğer Demokratik Cumhuriyetçilerin bu 70 insanımızın çoraplarına dahi kurban olmaları gerekir. Apo ve Demokratik Cumhuriyetçiler bu insanlarımızın inanç ve fedakarlık değerlerine layık bir duruşun ve anlayışın sahibi değillerdir. 70 insanımızın kendisini yakmaya yönelten de Apo’nun çağrısı ve sistemidir. Apo’nun kendi kültünü ve etki gücünü göstermek için duyduğu ihtiyaçtan kaynaklanmıştır. Kişilik olarak en ufak bir direnme özelliği göstermeyen bu şahsın, kendisi direnemediği için dışarıdakileri kendisi için eyleme yöneltme çabasının bir sonucu olmuştur.
Bu eylemlerden önce Apo’nun talimat ve söylemlerinde ; “Alamut Kalesini okuyun. Hasan Sabah’ın fedaileri gibi olun.” dediği bilinmektedir. Alamut Kalesinde anlatılan ise Hasan Sabah’a korkunç bağımlılığı anlatan olgulardır. Türk sultanı , mesajını iletmek üzere , elçisini Hasan Sabah’ın bulunduğu Alamut kalesine gönderdiğinde, Hasan Sabah kimi askerlerine kaleden atla der demez atlıyor, kimisine kılıcını karnına sapla dediğinde hiç sorgusuz ve sualsiz kılıcını karnına geçirerek yaşamına son vermektedir. Hasan Sabah bu yolla fedailerinin korkunç bağımlılığını elçinin gözü önünde sergiletmektedir.
Apo efendi de ; ”Alamut kalesini okuyun, fedaileşin” söylem ve talimatıyla 70 Kürt gencinin kendisini yakmasına yol açtıktan sonra , ete doymuş bir insanın edasıyla ; “Artık yeter, bu eylemlere son verilsin, bundan sonra vejeteryanlığa başlıyorum. Fedailik eylemleri onurlu olmakla birlikte beni üzüyor” demiştir. Her olay ve olguda görüldüğü gibi üzüntü duyduğunu söylediği eylemin yönlendiricisi ve talimat vericisidir. Ancak yine her olay ve olguda görüldüğü gibi, her şeyin sorumlusu olmakla birlikte kendini bütün sorumlulukların altına çekip her türlü şey kendisinden bağımsız ortaya çıkmış gibi bir durum da yaratmaktadır. Her durumda yağın üzerine çıkma pratiği bu olmalıdır.
Apo’nun dört avukatı İmralı cezaevine gittiğinde ortada fol ve yumurta bulunmadığı halde kendi kendine ; “Yahu Kürtler bizim köye yola çıkarak doğum günümü kutlasa nasıl olur” diye sormuştur. Bu dört avukattan bayan olanı ; “Anlamıyorum , bu orta doğudaki bütün liderler birbirine benzemek zorunda mı ? Mustafa Kemal, Saddam Hüseyin, Hafız Esat gibi.
Yani Saddam Hüseyin de ; ‘Bıbik Ya Saddam’ şeklinde Araplara slogan attırıyor. Üstelik bu güne kadar kendi doğum gününü kutlatan bir lider var mı ? ” dedikten sonra, doğru sorular bile olsa her türlü sual ve eleştiriye karşı tahammülsüz olan Apo hemen yanıtını şu şekilde verecektir ; “Bu hafta niye bu kadar zayıf gelmişsiniz , bir daha böyle zayıf gelmeyin.” Apo’nun bu söylemi kendi üslubu içerisinde bayan avukatın bir daha İmralı’ya getirilmemesi mesajını içermektedir. Nitekim bayan avukat bir daha İmralı’ya götürülmemiştir.
Bu görüşmeden bir iki hafta sonra Apo’nun avukatlarıyla görüşme notlarını internetten incelediğimde, avukatlar ; “Doğum gününüzü kutlamak için 5.000 kişi Urfa’daki köyünüze gitti.” derken , cevaben ; “5.000 kişi mi… ? ” diyerek güldüğü yazılmaktaydı. Bu da Apo’nun Kürtlere doğum gününü nasıl kutlattığını ilgiye , şefkate açlığının ne kadar derin olduğunu göstermektedir. Bu olgular da her türlü yönlendirme ve eylemin altında Apo’nun talimatlarının bulunduğunu, ancak her şey kendisinden bağımsız gelişmiş gibi bir hava yaratarak sorumluluktan da kaçtığını göstermektedir. Bu olgu aynı zamanda kendi ispat edememiş bir kişiliğin bir halkın sırtında kendini ispata yöneldiğini, kendi manevi tatminleri için Kürt halkını yanlış yönlendirip gereksiz şekilde zaman ve enerjisini aldığını göstermektedir.
Kendi doğum gününü kutlattırma istemiyle aynı paralelde başka istemleri de vardır :
Bu kişiliğin Mehmet Ali Birand’la yaptığı röportajdan ibaret olan Apo Ve PKK kitabı incelendiğinde ; ”Yaşar Kemal benim romanımı yazsın.” demektedir.
Diğer bir röportajında ise ; “Benim destanım niçin yazılmasın ? Ahmet Kahraman romanını yazabilir.” demektedir.
İmralı’da yazdığı Sümer Rahip Devletinden Halk Cumhuriyetinde Doğru adlı kitabında ve avukatlarıyla görüşme notlarında ; “Benim filmim yapılsın ancak polisiye olmasın” dediği bilinmektedir.
Yine İmralı öncesi broşürleri incelendiğinde ; f“PKK içinde ve PKK dışındaki bütün muhalifler enim şahsımda PKK’yı tasfiye etmek istiyor. Önce PKK’ya hayır diyorlar. Sonra PKK’ya evet ama Apo’ya hayır diyorlar. Önderlik bir kurumdur. Bana önderlik deyin. Önderlik tartışmasızdır deyin.” demiştir.
Daha sonra ise ; “Merkez yürütme ve merkez komiteyi oluşturanlar taktik önderliği oluşturuyorlar. Bana stratejik önderlik deyin.” demiştir.
İmralı’ya getirilmeden kısa bir süre önce ise ; “Bana genel başkan, başkan ya da Serok deyin.
Biz başkanlık sistemine geçiyoruz.” demiştir. İmralı’ya getirildikten sonra ise sırasıyla ; “Ben Atatürk kültür milliyetçisiyim. Bana barış savaşçısı deyin… Bana demokratik konfederalizm önderi deyin, bana Kürt halk önderi deyin… Bana Komala sistemi önderi deyin.” demiştir. Görüldüğü gibi faşist sömürgeci Türkiye cumhuriyeti devletinin söz konusu zayıf vatandaşı adeta Tanrı’nın ve peygamberlerin Kuran’daki sıfatları kadar kendisine sıfat bulup yetiştirtmeye çalışıyor. Kendi sıfatlarını kendisi kavramlaştırıp talimatla kabul ettiriyor. Tanrı ise zaten yaratma hakkı vardır. Tanrı değilse bile kendisini peygamber olarak düşünebileceğinden en aşağı düzeyiyle vahiy gelmiştir. Ona da vahyi iletmek düşmektedir. Bu özellikleri nedeniyle son 8 yıldır Apo’nun Tanrılık ve peygamberlik iddialarına ilişkin fıkraları bile üretilip piyasada dolaşmaktadır.
Bu fıkralarının birinde ; “Ben Tanrı’nın yanına gideceğim. Eğer koltuğunda oturuyorsa dokunmayacağım. Bir anlık koltuğunda yoksa yerine ( koltuğuna ) oturacağım.” demektedir. Kimileri bunun bir fıkra olduğunu, kimiler ise Apo’nun bir yazısında bu cümleleri yazdığını iddia etmektedir. Ortaya koyduğumuz olgular , Apo’nun kendi kültünü yaratmak ve kendi kültü altında bütün değerleri silip süpürmek için geliştirdiği sistemin niteliğini ortaya koymaktadır. Bu sistemde Apo Tanrı , diğerleri ise kul durumundadır. Apo’nın kulli bir iradesi vardır. Buna karşın kullarının ise en fazla cüzi bir iradesi olacaktır.
Kulli ve cüzi arasındaki iradenin uçurumunu yaratabilmek açısından da kendisinden daha fazla insan olan militanların iradesini kırıp düşürmek gerekecektir. Tanrı ve bağımlı kul ilişkisi bu çerçevede yaratılmıştır. Demokratik Cumhuriyetçilerin açtıkları pankartlarda bu kişiye ‘Güneşimiz’ demeleri bu tablonun bir sonucudur.
İlk toplumlarda krallar ; “Güneşin oğlu ve elçisi” olarak nitelendirilmiştir. Bu kavramlarla binlerce yıl önceki ilkel bir tarihin değerleri içerisine götürülmek isteniyoruz. Apo efendi ‘güneş’ olarak nitelendirilmekle Demokratik Cumhuriyetçilerde Tanrı olarak kabul edildiği ortaya çıkmaktadır. Yani aslında peygamberlik sıfatı pek de kullanmak istemediği bir sıfattır.
Kullandığı zaman dahi ; “Çağdaş Hz. İbrahim gibiyim.” dediğinden yine eski peygamberlerin bir karış üzerine çıkmaktadır. Apo’nun kişiliği ve sistemi Kürt feodalitesinin işbirlikçi kesimleri ile Türk egemenlik sistemi olan Kemalizm’in ve ittihatçılığın özelliklerinin bir karması niteliğindedir. Abdullah Öcalan’ın kişiliği, anlayışı ve sistemi modern anlamda sosyalist burjuva ya da karma bir sistemle pek de ilişkili değildir. Tarikat şeyhi feodalitenin ruhban sınıfının lideri durumundadır. Ancak aynı zamanda maddi otorite oldukları da görülmüştür. Tarikat şeyhi Tanrı ve peygamberin çok altında bir yerle olduğundan , elbette bu tür bir özdeşim ve benzetme Apo’yu rahatsız edecektir. Ancak kendi sistemini en iyi anlatan şey örgütün tarikata , militanın müride ve kendisinin de şeyhe dönüştürülmüş olmasıdır. Bütün kuralları şeyh tek başına koymaktadır. Koyulan bütün kurallar , bütün müritler açısından uyulması zorunlu ve emredici iken , şeyh açısından ise bir bağlayıcılığı yoktur. Onun hareket serbestisi ve keyfiliği vardır. Nasıl olsa müritler, şeyhi sorgulama hareketlerini yorumlama ve anlama kişiliğine sahip değildir.
Abdullah Öcalan’ın en basit bir çocuğun bile rahat anlayacağı ancak anlam ve değer vermeyeceği şeyleri anlatırken dahi sürekli ; “Beni anlamıyorsunuz. Ben anlaşılmıyorum” demesi, buna karşın başkanlık konseyi ve merkez komite olarak adlandırılan yapılardakiler dahil herkesin ise, istisnasız her kongre ve konferans ile toplantı veya şahsi öz eleştiri sonrasında ; “Başkanı anlayamamıştım, şimdi anlayabildim, yeni bilince çıkardık.” demeleri bu sistemin bir olgusudur. 1999 yılından bu yana Demokratik Cumhuriyetçilerin, gerçekleştirdiği her kongre, konferans ve toplantı sonrasında, sürekli ; “Yeni süreci anlayamamıştık, bilince çıkaramamıştık. Şimdi daha iyi kavradık. Güç aldık” komedisi bu sistemle ortaya çıkmaktadır.
Bunlardan kısmen sorgulayıp baş aşağı gidişi ve tasfiyeciliği anlayanı dahi münafık konumuna itilmemek için ses çıkarmamakta ; “Anlıyoruz ancak anlam ve değer veremiyoruz” deme yerine ; “Ya anlamadım , ya da yeni anladım” diyorlar veya iki dinli bir ruh haliyle suskun kalmaktadırlar. Kendi içinde kısmen soru sorup sorgulayarak bazı sonuçlara ulaşanı dahi , tarikat içerisinde dıştalanmamak münafık olarak nitelendirilip cezalandırılmamak için her türlü soru ve düşüncesini kendisine saklamak ve bir ölçüde de ikiyüzlü davranmak zorundadır. Aksi takdirde tarikat üzerine gidecek, en korkunç tasfiye ve komplo ile cezalandırılacaktır. Aynı şey bir kabile ya da bir aşiret ağasının köylüsüyle olan ilişkisinde de gözlemlenebilir. Ağa bulunduğu alanın her şeye muktedir ve keyfi Tanrı’sı rolüyle ortaya çıkar. Köylüyü ise köle veya nesne durumuna düşürür. Köylü bu konumuna aykırı davrandığında ağa her türlü yolla üzerine gidecek en korkunç komplo ve tasfiyelerle karşı karşıya bırakarak her şeyi denetlediğini, her şeye muktedir olduğunu ispat edecek ve diğer köylülere de göz dağı vermiş olacaktır. Aynı ağa kendisinden daha güçlü bir otoritenin egemenlik alanına girdiğinde ya da geldiğinde ise kendisini hiçleştirerek ve daha güçlüyü yücelterek var etme yolunu seçecektir. Türk devletinin Kürdistan’daki herhangi bir karakola atanmış bir uzman çavuşu dahi Kürt köylüsü karşısında alanın Tanrı’sı olarak kendisini yansıtabilmektedir. Bu komplo ve tasfiyecilikler , bütün kardeşlerini bir komployla ortadan kaldırmış, bütün Osmanlı sultanlarını ve Osmanlının bakiyesinden çıkan ittihatçılık ve Kemalizm’in de en önemli özelliğidir. Sömürgecilik sömürgedeki insan üzerinde kendi karikatürünü çizer. Sömürgedeki insanda travmalar oluşturur , kendine benzeştirir ve kendisine bağımlı bir kişiliğe dönüştürür. Bu anlamda Apo’nun sistemi, anlayışı ve kişiliği aynı zamanda ittihatçıların ve Kemalist’lerin kopyalanmış kişiliği, anlayışı ve tarzıdır. Kürdistan’daki işbirlikçi feodal kesimler ile ittihatçı ve Kemalist’lerin yaşam tarzı, kişilik değerleri sistem ve anlayışları basit bir matematik işlemiyle toplanıp karma haline getirildiğinde, Abdullah Öcalan’ın anlayışı ve sistemi bulunacaktır.
Her türlü düşünce ve soruya karşı tahammülsüz ve her söylediğini ayet zannedip dayatan bir kişilik ve anlayış yapısının demokratik değerler taşıması ve bu değerleri kitleye götürmesi de mümkün değildir. Bu nedenle Demokratik Cumhuriyetçiler de burjuva ya da sosyalist demokrasi veya başka bir demokrasi türünün zerresi bulunmamaktadır. Kendi iç yapısında bastırmacı, totaliter, tepeden indirmeci olan bu anlayış ve uygulamanın demokratik değerleri algılaması bulunduğu zeminlerde uygulaması da olanaklı değildir. Her şey peşin kabullere göre tepeden hazırlanıp getirilen düşünceyi kabullenip onaylamaktan ibarettir. Bu yanı nedeniyle yer yer halk ve demokrasi kavramlarını kullanmakla birlikte halk iradesiyle demokrasinin yabancısıdırlar. Demokratik Cumhuriyetçilerin hakim olduğu bütün kurumlarda ve bu kurumların bütün kongrelerinde istisnasız yönetim kuruluna seçilmek için tek liste çıkarılmaktadır. Bu liste ise üst kabul edilen mekanizmalar tarafından oluşturulup gönderilmiştir. İrade ve tercih kongrelerdeki taban iradesi çerçevesinde değil , mutlak anlamda çok üst kabul edilen ve liste oluşturan başka yerde oluşturulup getirilmektedir. Bu tepeden indirgemeci anlayış baştan beri vardır. Bir tür kontrol ve denetim mekanizmasıdır. Dış denetim ve kontrol iç denetim ve kontrol mekanizmalarının da işletilmesini gerektirir. Demokratik Cumhuriyetçilerin tepede ve kongrelerin dışında gerçekleşmiş iradeleri kabule dayanan seçim ve kongreleri şekilseldir. Kitleyi ve insanları kongre salonlarına getirterek boşuna yormaktadırlar. Kongrenin dışında oluşan iradeye uymayıp her şeye rağmen aday olanlar yani sistemi tam algılamayanlar seçilseler dahi, sonuç kabul edilmeyerek yönetimden alınmaktadırlar. Uyarılara rağmen ikinci liste çıkarmaya yönelenler teşhir dahi edilebilmektedir. Bu durum özü itibariyle tabana , halka ve çoğunluk iradesine güvenmemek hiçbir demokratik değer taşımamakla da ilgilidir. Apo ve Demokratik Cumhuriyetçiler , kendi kitlelerinin iradelerinin serbest bırakılmaları halinde kendi istedikleri doğrulara ulaşamayacağını düşünmektedir. Bu nedenle Apo’nun sistem ve anlayışı her zaman halk iradesini by-pass etme anlayışıdır.
Demokratik Cumhuriyetçi PKK’nın üst kademesi avukatları aracılığıyla ; “Halk yeni ideoloji ve süreci kabullenmiyor , tepki veriyor. Kendi yapımıza kabul ettirmekte de zorlanıyoruz. Buna karşı ne yapmalıdır? “ şeklinde sorduklarında , Apo’nun yanıtı yine sistem ve anlayışını yansıtacak tarzda olmuştur.
Apo ; “Biz başta yola çıkarken halka ne yapacağımızı mı sorduk ? Şimdi halka niye soralım ?” şeklinde yanıtlamıştır. Apo’nun avukatlarıyla görüşme notlarındaki bu yanıtı da hak ve demokrasi sözcülerini sahtece kullandığını , totaliter , üstten indirgemeci , bütün demokratik değerlere yabancı bir sistemi halkın iradesi karşısında geliştirdiğini ve halkı nesne olarak gördüklerini ispatlamaktadır. Üç beş kişi durumunda olanlar elbette halka bir şey sormayacağı gibi , halka sorma koşullarına da sahip değildir. Bir kitle bedel ödeme süreçlerine çağırılıp kitleselleşme sağlandıktan sonra halkın eğilim ve istemleri ve tepkileri nazara alınmadığında halk iradesini tanımayan ve halkın istemlerinden kopuk bir anlayış ve uygulama ortaya çıkar.
“Kürtler düşürülmüş bir halktır. Durumlarından utanç duyuyoruz.” saptamalarıyla Kürt halkını aşağılayıp kişiliğini ve kültünü öne geçirmeye çalışan Abdullah efendinin henüz bir fiske dahi yemeden olmayan dinini ve imanını inkar ettiğini ve annesini Türkleştirerek kendisini bir Türk melezine dönüştürüp devlete hizmette bulunmak için hazır ola geçip egemenlik veya işbirlikçiliğin kabulünün bir ifadesi ya da 20 yıl vatanı Türkiye’den uzak olmanın doğurduğu hasret nedeniyle görevini yapmış olmanın rahatlığıyla Türk bayrağını öperken, düşkün değil midir? Apo kendi kişilik özelliklerinin farkındadır. Bu özellikleri öldürüp atma gücü gösterme yerine, taşımaktadır. Taşıdığı özellikleri kendi kişiliğinde kabul edip vurma yerine ise çevresine ve Kürt halkına bir yafta olarak yapıştırarak, Kürt halkını kişiliğinde vurmaya çalışmaktadır. Kürt halkının tarihi, koşullar ve düşmanların çokluğu nedeniyle başarıya gitmemiş olsa dahi direnişler tarihidir. İtirafa giden Türk dahi Demokratik Cumhuriyetçilere ve Apo’ya benzememektedir. Bunların durumunu işbirlikçilik ile izah etmek de zordur. Çünkü bir işbirlikçi olan İdrisi Bitlisi dahi ulusal olgunun olmadığı koşullarda bazı talepler karşılığında ( bir tür muhtariyet olan emirlik düzeni karşılığında ) Osmanlı sarayına işbirlikçilik yapmıştır.Apo ve Demokratik Cumhuriyetçi PKK’nın işbirlikçiliği hiçbir siyasi talepte bulunmadan ve hatta muhatap dahi gösterilmeksizin kullanılıp yönlendirilmeye dayanan bir nesne olma durumudur. Bu anlamda bunlara işbirlikçi demek de çok zordur. Ajan pratiğin unsurları demek daha doğrudur. Hiç kuşkusuz bütün işbirlikçilikler gericidir, utanç vericidir. Ancak en gerici iş birlikçilik türü ise, hiç kuşkusuz doğrudan kendi katili durumunda olan ve doğrudan kendi sömürgecisi niteliğinde bulunan devletlerle kurulan işbirlikçiliktir.
Demokratik Cumhuriyetçilerin açık alandaki gazetelerinde ; “Büyük işbirliğine doğru” başlığı ile bunun altında anlattıkları da kendi konumlarını yansıtır.
Aynı zamanda Türk egemenlik sisteminin Kürdistan’a her girişi, her yüklenişi ve her yerleşmesi sürecinin de bunlar tarafından ; “Stratejik müttefiklik” süreçleri olarak lanse edilmesi de işbirlikçi duruş, konum ve anlayışlarının yansımasıdır.
Bir işbirlikçi olan İdrisi Bitlisi dahi bir şeyler isterken Apo ve Demokratik Cumhuriyetçilerin hiçbir şey istemeden Türk egemenlik sistemine hizmet etmek istemeleri ; “Stratejik işbirliği temelinde büyük iş birliği” sürecinin savunucuları olmaları ve köy korucuları gibi ; “Kürdüm” dışında hiçbir şey söylememeleri ne anlama gelmektedir. Hiç kuşkusuz hiçbir siyasal talepte bulunmamak ve sömürgeciliğin bütün hassasiyetlerine teslim olmak anlamına gelmektedir. Kürt olmakla birlikte Türk sanatının bir hizmetkarı olan Yıldız Tilbe’nin tutumu Apo ve Demokratik Cumhuriyetçilerin tutumuna göre çok daha yiğit ve ileridedir.
Yıldız Tilbe kendi televizyon programında ; “Ben Kürdüm, eğer beni bu şekilde kabul etmiyorsanız gelin beni anlımdan vurun” demişti.
Demokratik Cumhuriyetçiler de ; “Kürdüm “ yerine, “etnik açıdan Kürt kökenliyim” diyebilmektedir. Apo efendi ise, annesini dahi Türkleştirerek kendisini bir Türk melezine dönüştürüp çıktı. İçinde bulunduğum koşullar 1960’lı yılların koşulları olmadığı için kendi başına ben Kürdüm demenin siyasi açıdan bir değeri bulunmamaktadır. Siyasal istemleri olmayanların kullandığı Kürt siyasetçisi sıfatı bütünüyle iki yüzlü bir sıfatlandırmadır. Kürdistanlıyım demeksizin Kürdüm demenin bir değeri kalmamıştır. “Kürt kökenliyim ama Türkiyeliyim” söylemi Demokratik Cumhuriyetçiliğe uygun olarak siyasal bir talepte bulunmadan Kürdistan’ı satışa çıkarmaktır. Kürdistan’ı bu çerçevede satışa çıkaranların ve sahiplenmeyenlerin Kürtlükleri de şaibelidir. Bunları dönme saymak zorundayız. Kan anlamında Kürt olsalar dahi sömürge sistemi adına Kürdistan’ı tüketenlerdir. Artık Kürdistani olmayan Kürt de olamayacak ve gönüllü bir dönme olacaktır. Kürdistan yurtseverliğini ve Kürdistan kimliğini ( Kürdistanlılığı ) Türkiyeliliğe değişemeyiz. Türkiyelileşmek ilk hamlede ulusumuzu ülke topraklarından ve siyasi iktidar hakkından koparmak, ikinci hamlede ise ulusluk olgusundan ve kolektif haklardan ayırmaktır. Bu anlamda, Kürdistan’lı olduğunu söylemeyen her Kürdün dile getireceği Kürtlük işbirlikçi ve tasfiyeci olacaktır. Ulusluğa bağlı kolektif haklar yerine , bireysel haklar ( dil ve kültür hakları ) kırıntılarına götürülmek , aynı zamanda ulus olmaktan çıkarılmaya sevk edilmektir. İsveç gibi herhangi bir Avrupa ülkesine giden bir Kürde bu devlet tarafından göçmen veya mülteci olarak çocuklarına anadillerinde eğitim verip vermek istemediği sorulmakta ve buna imkan sağlanmaktadır. Herhangi bir Avrupa ülkesine giden Kürt, Asuri, Ermeni halkları kendi adlarına Radyo, TV, gazete ve dergi çıkarma haklarına bireysel anlamda sahip olmaktadır. Bunun için herhangi bir engel çıkarılmadığı gibi çeşitli fonlarla parasal açıdan destek de verilmektedir. Kürt ulusu, ulusal toprakları bulunmayan göçmen bir aile veya birey konumuna sokulamaz. Türk devletinin Avrupa Birliğine giriş sürecinde Kürtlerin ayrı bir ulus olarak muhataplarıyla taraf olmaya çalışması, Avrupa müktesabatından kaynaklanan bazı hakları kabul ettirip resmileştirmesi çok kısmi de olsa bir gelişme ve açılıma yol açacağından elbette bunu küçümsemeden taraf olmalıdır. Ancak Kürdistan sorunu bireysel haklar sorunu değil, ulus sorunudur. Ulus sorunu ise, vatan dediğimiz ulusal topraklara ve kendi ulusal iktidarını kurmaya bağlıdır. Çözüm bu çerçevede olmak durumundadır. Nihai olarak sunulan diğer bütün çözüm önerileri sahte ve tasfiyecidir. Demokratik Cumhuriyetçilerin liberali Apo efendiyle birlikte sorunu bireysel dil ve kültür haklarına indirgemeleri ve Avrupa Birliğine girişi kutsal hedef olarak gösterip abartmaları , öte yandan da Kürtlerin kendi hakları için Avrupa Birliğine giriş sürecindeki müzakerelerde taraf olmaya dönük aktif müdahale ve etkilerini ise engellemeleri de işbirlikçi konumlarından kaynaklanmaktadır.
Apo’nun kendisini peygamberlere benzetmesi kendi sistem ve düşüncelerinin sadece dogmalarla ve peşin kabuller dışında ayakta kalma ve yürüme imkanının olmamasından kaynaklanmaktadır. Bunun yanında sorunlu bir çocukluktan kaynaklanan problemli kişiliğini ispat etmek, kült oluşturarak diğer insanların kişiliklerini ezmek ve hatta ülke, ulus iktidar gibi vazgeçilmez değerleri kişisel kült altında tüketmeye devam etmek ihtiyacından kaynaklanmaktadır. Bunun için Kürt halkının duygularıyla oynanmak istenmektedir. Apo’nun zekası sıradan zekadır , yüreği ise sıradan bir insanda bulunabilecek yürek dahi değildir. Bu açıdan kendisini Hz. İbrahim, Hz. Musa, Hz. İsa gibi peygamberler, Marks gibi filozoflar ya da Lenin gibi liderler yerine, küçük prototiplerle karşılaştırarak anlayıp analiz edebiliriz. Herkesin bildiği gibi, bir soykırımcı olan Saddam Hüseyin ile Apo’nun duruşunu karşılaştırdığımızda dahi Apo’nun zavallı, amaçsız, korkak, teslimiyetçi ve kendini inkarcı bir duruşa sahip olduğunu görmekteyiz. Saddam Hüseyin’in rejimi döneminde bütün halklara uyguladığı zulüm ve soykırımlar nedeniyle bugün itibariyle hem içeride hem dışarıda herhangi bir desteği bulunmadığı gibi imaj açısından da en kötü noktadadır. Buna rağmen direniş özelliği gösteren bir duruşun sahibi olabilmektedir. Ölme riskini göze almayı bilmeyenler ve kendi yaşam şartları üzerinden pazarlık yürütenler, hiçbir zaman yeni değerlerin yaratıcısı olmamışlardır. Tersine var olan değerlerin de yozlaştırıcısı , saptırıcısı ve tasfiyecisi olmuşlardır. Bu durumda da tarih ve değer yaratan bir özne olmaktan öte başka öznelerin kendi adlarına yarattıkları tarihin bir nesnesi ve parçası durumuna gelinir.
Gerçekleşen de budur. Apo yakalanır yakalanmaz ; “Benim annem de Türk, devlet olanak verirse hizmet etmeye hazırım” diyerek devletin çizgisine uygun şekilde etnik kökenini dahi inkara gittiğini göstermek isteyen ve işbirlikçiliğe hazır olduğunu ortaya koyan bu kişiliğin, Türk bayrağını öpmesi ise ; “Devletin egemenliğini kabul ediyorum, benim başka bir bayrağım, devletim, iktidarım ve ulusum yoktur.” demektir. İlk gün pratik düzeyde ortaya çıkan bu inkar çerçevesinde, ideolojik politik inkar konsepti olan Demokratik Cumhuriyetçilik de ordu tarafından teorize edilerek, adı geçen kişinin eline verilmiş ve diline pelesenk edilmiştir. Trajikomik olan ise hala bu kişiliğin işbirlikçi durumunu teorize ederek, yağdaki kıl gibi üste çıkmaya çalışmasıdır. Kimliksiz bir duruş ve ideolojik politik hatla hiçbir topluma kimlik yaratılamaz. Kimliksiz bir duruşla var olan değer ve mevziler dahi yozlaştırılıp tasfiye edilir. Demokratik Cumhuriyetçiler işte böyle bir kişilik için bütün değerlerimizi satışa çıkarmaktadır. Apo’nun yaşam koşulları, sağlığı, avukatlarıyla görüşmesi dışında bir gündemleri ve değerleri bulunmamaktadır. Kişiler halklar ve ulusal topraklar için kendini feda eder. Hiçbir kişi için , ama hiçbir kişi için ve özellikle bu işbirlikçi için ulusal geleceğimizi, ülkemizi, iktidar hakkını, hak eşitliğimizi, özgürlük özlemlerimizi ve nice atsız yiğidin uğruna bedel ödediği vazgeçilmez hedeflerimizi tahrip edip satamayız. Tersine tellalları satarız.
Biz ; “Kürt halkı düşürülmüş bir halktır. Utanç duyuyoruz” saptamalarıyla Kürdistan tarihini Apo efendinin kültüyle başlatan ve aynı zamanda Apo’nun teslimiyeti ve işbirlikçiliğinde bitiren Demokratik Cumhuriyetçiler ile liderlerinin duruşunda , anlayışından ve düşürülmüşlüklerinden dolayı utanç duyuyoruz.
Demokratik Cumhuriyetçi PKK’lıları güç dengeleri değiştiğinde, Kürdistan bağımsızlık mahkemelerinde yargılarız. İhanet ve ajan pratik karşısında zaman aşımı işlemez. Zaman aşımının işlendiği söyleniyorsa bu suç duyurusu veya iddianame olarak görülmelidir. Tek tek bütün bireylerin adını ve şahsi eylemlerini şu aşamada yazmaya gerek olmadığı kanısındayız.
Demokratik Cumhuriyetçilerle aynı çerçevede duran ya da ilişkilenen veya açıkça bu işbirlikçiliğe tavır almayan her aydın ve siyasetçi kendi somut durumuna uygun düşen bir sevk maddesiyle cezalandırılmak üzere mahkemeye çıkarılacaktır. Bu ortaya koyduğumuz doğrulara bağlı olmaktan öte, ortaya çıkacak yeni güce ve değişen güç dengelerine bağlı olacaktır. Çünkü siyaset güç üzerinden yapılır. Bir siyasi organizmanın ülkeyi kurmaksızın ve ulusal mücadele gerçek sahiplerinin ellerine geçmeksizin Demokratik Cumhuriyetçileri suçlarından dolayı yargılamak da mümkün olmayacaktır. Tersine bu çizgide bulundukları sürece bir tür kontrgerilla saldırılarına benzeyen eylemleriyle Kürdistanlı yurtsever devrimcileri katletme pratiklerine devam edeceklerdir.
Sonuç olarak ; Demokratik Cumhuriyetçilerin ve Apo efendinin süreç diye tabir ettiği şey özü itibariyle Kürt ulusuna 100 yıllık bir süreci kaybettirme konseptidir. Bir parçacık dahi eğitimli olabilecek herkes tarafından görülen bütün tahribatlara rağmen, Demokratik Cumhuriyetçilik , Demokratik konfederalizm, ekolojik sistem, üçüncü alan ve en son Komala sistemi gibi tutmadıkça yeni yamayla gündemleştirilen işbirlikçilik, tasfiyecilik, gericilik ve iç Kemalizm’e ( Kürdi biçime kavuşturulmuş Kemalizm ) karşı Demokratik Cumhuriyetçi örgütte reddiyetçi bir çizgi oluşmaması sistemi ve koşullanmış mürit kişiliklerin oluşumuyla ilgilidir.
Abdullah Öcalan’ın demokratik cumhuriyetçilik çerçevesinde perde önüne çıkan işbirlikçiliğinin 1999 yılı öncesinden mi ( yani 1970’li yıllardan mı ), yoksa 1999’da İmralı’da mı başladığı üzerinde düşünmeye başladığımda ; İmralı süreciyle birlikte piyon bir işbirlikçi rolünde çalıştığı tartışmasızdır. 1970’li yılların başından itibaren , devlete bağlı bir unsur olarak işbirliği temelinde çalışıp çalışmadığı hususunda ise , bazı veriler olmakla birlikte durum tartışmalıdır. Bu nedenle şu anki mevcut durumda kesin bir sonuca ulaşamıyorum. Ancak 1970’li yıllarda yani işin başındaki pozisyonu değerlendirmeyi , tartışmayı ve araştırmayı gerektirmektedir. Tarihsel bakış gelinen noktada verilerle geçmişe yeniden bakarak değerlendiren bakıştır. 1970’li yıllarda yani işin başındaki pozisyonu açısından var olan ve tartışmayı gerektiren veriler şu şekildedir :
Haki Karer, liderlik özellikleri olan ve öne çıkan bir kişidir. Mehmet Karasungur ise 1978’de Diyarbakır’ın Fis köyünde oluşturulan merkez komite içinden merkez yürütmedeki üç kişiden biridir. Abdullah Öcalan, Şahin Dönmez ve Karasungur merkez yürütmeyi oluşturmaktadır. Haki Karer ve Mehmet Karasungur’un öldürülmeleri tam anlamıyla aydınlanmamıştır.
Fis köyündeki kuruluş toplantısında katılımcıların Mazlum Doğan’ı merkez komiteye önermeleri karşısında , Abdullah Öcalan ; “Bu görevi yapabilecek mi” diyerek , önerilenler içerisinde en nitelikli kadro olmasına rağmen ön kapatma çabası içerisindedir. Buna karşın Şahin Dönmez boşboğaz, pohpohçu ve radikalite gösterilerinde bulunana lafazan bir kişilik olmakla birlikte ikinci adam olarak merkez yürütmede Apo’yla birlikte çalışmaktadır. Şahin Dönmez cezaevine alındıktan sonra cezaevi cephesinde devletçe çalıştırılmaya devam etmiştir.
Sıkı gizlilik kuralları herkes açısından esas olmakla birlikte Diyarbakır’ın Fis köyünde yapılan kuruluş toplantısına Abdullah Öcalan’ın Ankara’dan uçakla gittiği ortaya çıkmıştır. Uçakla gidiş kişinin nereye gittiğinin kayda geçirilmesi demektir. Bu da devletin bilgisi ve gözlemi dahilinde gittiğini göstermektedir.
PKK’nın programını yazan Hayri Durmuş, Mazlum Doğan, Kemal Pir gibi önde gelen kadrolar devletçe yakalanıp tutuklanırken, devletin gözü önünde lider konumuyla çalışan Apo’ya ise herhangi bir operasyon yapılmamıştır. Tasfiyesi istenen Apo değil, diğer kadrolardır. Tutuklamadan sonra Diyarbakır zindanında Hayri, Kemal ve Mazlum’lar katledilmiştir.
Mazlum Doğan’ın Diyarbakır Mahkemelerinde yaptığı savunmalarını ve bazı yazılarını içeren ; “Bütün Yazılar” adlı kitabı incelendiğinde , bir duruşma sırasında hakimin “Apo’cular” nitelendirmesine karşı ısrarla itiraz etmektedir.
Mazlum Doğan ; “Abdullah Öcalan’da herhangi bir arkadaşımızdır. Biz Apo’cu değiliz. Biz PKK’lıyız. Biz bir örgütüz. Bizi kişi adıyla isimlendirme kaynağını feodal kültürden ve devletin söyleminden almaktadır.” demektedir. Bu olgu Apo’nun Fis köyünde Mazlum Doğan’a örtük itirazının nedenini de ortaya koymaktadır. Aynı olgu, Apo’culuğa dayanan Abdullah Öcalan kültünü oluşturma ve bir örgütü bir kişide tanımlama ihtiyacının devletin bir gereksinimi olduğunu ve devletin kişi kültü oluşturarak diğer değerleri silme programı başlangıç itibarıyla var olduğunu göstermektedir. Kendi ad ve kültü altında diğer bütün değerleri silme çabası bir yönüyle Apo’ya aittir, diğer yönüyle devletin bir ihtiyacı olduğundan kurumlarıyla yol açtığı bir sonuçtur.
Hayri Durmuş, Mazlum Doğan, Kemal Pir gibi pek çok kadroya operasyon yapılıp tutuklanırken, Abdullah Öcalan, Kesire Öcalan ve pilot Necati birlikte olmalarına rağmen bunlara yönelik herhangi bir operasyon gerek Ankara’da gerekse Diyarbakır’da yapılmamaktadır.
Abdullah Öcalan ; “pilot Necati’den nemalanmayanımız yok gibidir.” diyerek bir istihbarat subayı olduğunu belirttiği pilot Necati Kaya’nın kendisine para transfer ettiğini Suriye’de bulunduğu sırada verdiği röportajlarda belirtmişti. Örgütün kuruluşundan önce ve örgütün kuruluşun sonra Apo’nun Kızıltepe’den Suriye’ye geçtiği sürece kadar pilot Necati’yle ilişkisinin devam ettiği anlaşılmaktadır. Apo daha sonraki süreçlerde, Pilot Necati Kaya’nın bir tarım arazisini uçakla ilaçladığı sırada kaza neticesinde öldüğünü belirtmişti. Abdullah Öcalan’ın karısı , Kesire Yıldırım Karasungur’un öldürülmesinden sonra PKK örgütünü Abdullah Öcalan ve Şahin Dönmez’le birlikte yöneten kişilerdir. Öcalan, karısı Kesire Yıldırım’ın babasının Mit’çi olduğunu ve baştan beri Mit’çi olduğunu bildiği bu ailenin kızlarını kendisiyle evlendirmesinin kendisini denetlemeye yönelik olduğunu belirtmektedir. Oysa devrimci değerleri olan bir kişinin Mit’çi diye şüphelendiği bir kişiyi sevmesi ve eş olarak tercih etmesi olanaklı değildir. Sevgi kişinin aynı değerlere sahip olduğunu düşündüğü kişilere karşı gerçekleşen bir olgudur. O zaman Kesire Yıldırım bir devletin istihbaratıyla ilişkiliyse ve Abdullah Öcalan bunu baştan bilmesine rağmen aşık olduğuna göre değer ortaklığı söz konusudur. Kaldı ki ailenin Kesire Yıldırım’ı Abdullah Öcalan’la evlendirmek için bir çabası görülmemektedir. Tersine örgüt çekirdek aşamasındayken sivrilen kişilerden olan İsmet’le aynı evde yaşamakta ve nişanlanmış bulunmaktadır.
Apo’nun İmralı’da yazdığı Sümer Rahip Devletinden Halk Cumhuriyetine Doğru adlı kitabında belirttiği gibi Kesire’nin kendi nişanlısından ayrılmasını ve kendisiyle evlenmesini dayatan ; “Ya ben ya o” diyen ve yine kendi söylemiyle ; “Örgütü çatırdama noktasına getiren” durumun aktörüdür. Bu olgu da bu kişiliğin örgütsel ya da toplumsal hususları önemsemediğini , kendi ihtirasları için her şeyi kurban edebileceğini gösterdiği gibi, hiçbir kaide, kural, ölçü ve moral değer taşımadığını da göstermektedir. Apo söylemleriyle pilot Necati Kaya ve kendisiyle birlikte Kızıltepe’den Suriye’ye çıkan Kesire Yıldırım’ın devletin birer istihbaratçısı olarak yanında bulunduklarını belirtmektedir. Bunlar çekirdek aşamasından itibaren devletin istihbaratıyla kendini denetlediğini ve bu üç kişi aracılığıyla önünü açıp beslediğini düşünmeye yol açan olgulardır.
Uğur Mumcu, bu çekirdeğin devletin istihbaratı tarafından beslendiğini ve bunun üzerinde araştırma yaptığını belirttikten kısa bir süre sonra , faili meçhul olarak isimlendirdikleri bir siyasi cinayetle öldürüldü.
İsrail’in pratiği nazara alındığında pek çok Hizbullah ve Hamas lider kadrosuna füzeyle saldırı düzenlediği veya organize operasyonlar yönetmiş olduğu bilinmektedir. 1999 yılına kadar Türk devletinin Abdullah Öcalan’a yönelik herhangi bir füze saldırısı ya da bombalaması veya operasyonu olmamıştır. 1996 yılında ordunun bilgisi dışında ve özellikle Apo’nun bağlantılarını bilmeyen bir kilik tarafından özel bir kararla Suriye’deki Apo’ya özel bir operasyon yapılması girişimi olmakla birlikte, bu girişimin dahi devletin diğer kanadı tarafından operasyon gerçekleşmeden Abdullah Öcalan’a bildirildiği ortaya çıkmıştır. Devlet Apo’ya ihtiyaç duymaktadır. Apo’nun öldürülmesi ve örgütün başka bir kişi tarafından yönetilmesi halinde devlet açısından dezavantajlı bir durumun ortaya çıkacağını düşünmüşlerdir.
Abdullah Öcalan’ın 1999 yılında Kenya’ya sürüklenerek göz altına alındıktan sonra ABD tarafından Türkiye’ye verilmiştir. Bu süreçte de Türkiye’nin Abdullah Öcalan’a yönelik herhangi bir eylem ve operasyonu bulunmamaktadır. Devlet Abdullah Öcalan’ı almak zorunda kalmıştır.
Radikal gazetesi yazarlarından İzgören, üniversite öğrencisi olduğu dönemde Mit’ten aldığını ve Mit kuruluşuna gittiği sırada Abdullah Öcalan’ın çaycılık ile getir götür işlerini yaptığını açıkladı. İzgören Apo’nun bir basın açıklamasını dinlemek üzere kampa gazeteci olarak gittiği sırada, Abdullah Öcalan’ın yüzünü ve davranışlarının kendisine tanıdık geldiğini ve dikkatli bakması sonrasında yanına yaklaşarak ; “O olayı ben açıklamadan sen açıklama” dediğini ve bunun üzerine Apo’nun Mit kuruluşunda çalıştığı sürece kastettiğini anlamış olduğunu belirtmiştir.
Geçenlerde istihbaratçı ve güvenlik görevlilerinden Orakoğlu’da ; “Abdullah Öcalan’ın bazı Mit görevlileriyle ilişkisi vardır, ileride açıklayacağım” şeklinde demeç verdi.
Abdullah Öcalan ise bu demece karşılık olarak ; “Açıklayacağı bir şey varsa şimdi açıklasın” demekteydi.
Yalçın Küçük’ün bu hafta aktüel dergisine verdiği röportajda ; “Ben Suriye’ye gittiğim sıralarda da Apo’nun Türkik yönleri vardı.” demektedir. Buna karşın, Mihri Belli 27. 07. 2006 tarihli Birgün gazetesine yansıyan demecinde ; “Apo kampta bulunduğu sırada da Kemalistti. Ben kendisiyle görüştüğüm sırada federasyondan bahsedip Kemalizm’i anlattım. O ayağa kalktı ; ‘Mustafa Kemal burada’ dedi. Daha sonra da ; ‘Federasyon ilan edersek sınırı nereden geçireceğiz’ diyerek federasyon da istemediğini deklare etti. Flash TV’de yayımlanan ve yaklaşık bir ay devam eden bir tv programına katılan Hüseyin Karataş adlı aydınlıkçı MHP’li katılımcının ve Şahin Ayaz’ın , Doğu Perinçek’in PKK kamplarına giderek Apo ile tokalaştığına ve kırmızı gül verdiğine ilişkin fotoğraflarına vurgu yapmasından sonra ; “Bizim devlete karşı sorumluluğum var. Bu sorumluluk için gitmiştir.” demekteydi.
Mehmet Şener’in Apo’nun emriyle tutuklanıp uygulama sürecine alınması ve yine onun organize ettiği bir komployla Abdurrahman Kayıkçı’nın yanında denetim uygulamak üzere yanında gönderilmesinden sonra, Zaho’dan, o zaman zindanda bulunan Mustafa Karasu’ya yazdığı anlaşılan bir mektup fotokopisine yeni ulaşabildim. Mehmet Şener bu mektupta ; Apo’nun kongre kararlarını dahi tanımadığı , kendisi dışında hiç kimsenin örgütte öne geçmesine ve tanınmasına tahammül etmediğini , örgütün bir bütçesinin – mali sisteminin , üye kaydının bulunmadığını , keyfi davrandığını merkez yürütmeyi oluşturan üç kişiden biri olmasına rağmen , Apo’nun kendisi ve gelen gazeteciler hariç herkesi dışarı çıkardıktan sonra gelen gazetecilerle görüşme yürüttüğünü ve gazetecilerin çantalarında devletin çözüm reçetelerinin bulunduğunu belirterek bu hususlara yönelik eleştiri götürmeleri nedeniyle ayrılmak zorunda kaldıklarını yazmaktadır. O süreçte Mehmet Şener’in nişanlısı Kesire Cansız ve Selim Çürükkaya gibi yakın arkadaşları kendisini yalnız bırakıp birlikte mücadele etme yerine, aleyhinde yazılar yazmış olmalarına rağmen, adam gibi mücadele eden, ortaya çıkan tasfiyeyi ve sistemine karşı tutum alandır. Mehmet Şener doğrulanmıştır.
Abdullah Öcalan İmralı’ya getirildikten sonra ; “Benim annem de Türk. Devlet imkan verirse hizmet etmeye hazırım.” dedikten sonra Türk bayrağı önünde verdiği poz öncesinde bayrağı da öpmüştür. Abdullah Öcalan’ın 1970’lerden beri devletin istihbaratının bir elemanı olması halinde , bayrak öpmesi , 20 yıldır devletinden uzak kalmanın doğurduğu hasretin ve bağlılığın ifadesidir.
Buna karşın 1999 yılında İmralı’ya getirildikten sonra korkak ve canına düşkün bir kişilik olarak bir fiske yemeden teslimiyete gidişinin başlaması nedeniyle gerçekleşmiş ise ; bu tutum, “Egemenliğini tanıyorum. Başkaca devletim ve bayrağım yoktur. Ben bir işbirlikçi olarak devlete hizmet etmeye hazırım. Devletle işbirliği temelinde çalışacağım.” demektir.
Abdullah Öcalan 1970’lerden itibaren devlet istihbaratının bir elemanı olarak PKK’nın kuruluşunda , denetlenmesinde ve yönlendirilmesinde yer almış ise , Türk devletinin 1970’ler itibariyle sinerji , enerji ve tepki kazanan Kürt halkının mücadelesini denetim altında en üst noktaya çıkarıp yine denetim altında boşluğa akıtarak bütün dinamiklerini tasfiye etme konsepti geliştirdiğini düşünmek zorundayız. Bu bir konsept olduğu ölçüde 100 yıllık bir süreci Kürt ulusuna kaybettirme konseptidir. O zaman bu konsept gizli geliştirilmiş, Apo’nun kültüyle örgüt üzerindeki denetimi tümden sağlanarak müritliğe ve bastırılmışlığa gelmeyen bütün kadrolar tasfiye edildikten sonra bu kişinin ABD tarafından Türkiye’ye verilmesi sonrasında , demokratik cumhuriyetçilik ideoloji ve siyasetiyle perde önüne çıkmaya başlamıştır. O zaman demokratik cumhuriyetçilik perde önüne çıkarak işbirlikçilik temelinde çalışma olmaktadır. Apo’nun 1970’lerden itibaren devletin istihbaratıyla ilişkili olması olgusunun tam olarak ispatlanması halinde, bu kişinin Suriye’ye çıktıktan sonra konjüktürel olarak bir süreyle sınırlı olarak devletin denetimi dışına çıktığı veya çıkmak zorunda kaldığı veya çıkmadığı da netleşecektir.
1980 yılında Kawa üst düzey yönetimini oluşturan 12 kişinin Suriye’nin hakimiyetindeki batı Kürdistan’ın Kamışlı şehrindeki toplantısı Türkiye’ye karşı silahlı saldırıya geçme amaçlıdır. Bu toplantı Suriye istihbarat örgütü Muhaberat ve Türkiye istihbarat görevlileri tarafından bir operasyonla bastırılarak Kawa örgütünün yöneticileri toplu olarak katledilmiştir. Kawa örgütüne bu tür bir eylem yapılırken Suriye’nin PKK’ya ve Apo’ya yer verdiği Türkiye – İran – Suriye ve Irak devletlerinin Apo’ya yönelik butür bir operasyon yapmadığı aşikardır. Bu durumda gerek Apo Türkiye’de bulunduğu sırada, gerekse Suriye’ye geçtikten sonra sömürgeci devletler bu kişinin önünün açılması açısından hemfikirdir. Bu kişinin liderlik ettiği örgütü kendisi aracılığıyla denetleyecekleri, buna karşın diğer örgütleri denetleme imkanlarının bulunmadığını görmektedirler. Apo’ya eylem yapmamak, tersine önünü açmak, buna karşın çizgi bağımsızlığı ve hareket özgürlü temelinde mücadele etmek isteyen Kawa örgütünü tasfiye etmek, bağlantılın düşünüldüğü takdirde İmralı’dakinin ilişkisinin de 1970’ler itibariyle başladığını düşünmek zorundayız.
Abdullah Öcalan’ın yönlendirmeleriyle PKK örgütünün daha oluşum aşamasındayken kuzey Kürdistan’daki bütün örgütlerle silahlı çatışma süreçleri yarattığı bilinmektedir. Suriye’ye geçişten sonra lk süreçlerde KDP’den destek isteyip yardım alırken , daha sonraki süreçte defalarca KDP’ye karşı savaşmaya başlamıştır. KDP’den sonra YNK’yle de savaşmıştır. Bugün dahi PKK Abdullah Öcalan’a uysa KDP ve YNK’ye saldırmak durumunda kalacaktır. Gerek ordu, gerekse orduyla bağlantılı Türk aydınları PKK’yı devletin yanına alıp silahlarını diğer parçalardaki Kürtlere karşı kullanmaya yöneltmek ve kuzeyli Kürtleri de bu yolla sindirip denetlemek istemektedir. PKK’nın Apo’nun yönlendirmelerini her noktada kabul etmesi halinde doğu Kürdistan’daki Kürt güçlerinde de saldıracaklardır. Kürdistan’da mücadele dinamiklerinin tahrip edilmesi , denetim altına alınması ve her parçanın istikrarsızlık alanına dönüştürülerek statükonun korunması sömürgeci devletlerin de ihtiyaçlarına uygun düşmektedir.
Abdullah Öcalan , Şahin Dönmez ve Kesire Yıldırım tarafından yönetilip yönlendirilen PKK’nın kendisini Ankara’dan kuzey Kürdistan şehirlerine taşırması sonrasında , istisnasız her yöreye girmek için mutlak anlamda bir aşiretle birleşmiş ve diğer aşirete ise savaş açma pratiğine girmiştir. İşbirliğine girdikleri aşiretler ise bir rastlantı olmayacak şekilde her zaman daha geri ve devlet yanlısı aşiretler olarak görülmektedir. Bir aşiretle birleşip diğer bir aşirete saldırmak ve aynı zamanda diğer örgütlere saldırı düzenlemek feodallerin yurtseverleştirilip halklaştırılmasına imkan vermemiş, tersine devletin kucağına yerleşmelerine neden olmuştur. Köy koruculuğunun bilinç geriliğinden, mahalli düşmanlıklarda daha güçlü olmak dürtüsünden, ekonomik açıdan yoksul olmaktan ve bazı aileler yönünden her zaman devletle birlikte olmaktan beslendiği bilinmektedir. Ancak köy koruculuğun bu kadar yoğunlaşmasının ve 70 bine çıkmasının nedeni de PKK’nın yanlış politikaları ve saldırılarıyla ilgilidir.
PKK’nın bir aşiret ile birleşerek diğer bir aşirete saldırma pratiğini , demokrasi değerlerini tüketen sistemini ve öte yandan diğer Kürt örgütlerini ; “İşbirlikçi, ajan” şeklinde tanımlayarak düşman algılamasını 1993 yılının şubat ayında yayımlanan Özgür Bilim dergisinin 3. sayısındaki ; “Değerlendiremeyen ve Aşamayan Temsilciler” başlıklı yazımda eleştiriye konu ettim. 1994 yılında Diyarbakır, Ankara ve Çankırı cezaevlerinde bu hususları daha detaylı eleştirdim.
PKK’lıların ; “Apo’nun her söylediği tartışmasızdır.” yaklaşımını anlamsız bulduğumu ve yaşasın Apo demenin ötesinde ; “yaşasın Kürdistan , yaşasın Kürt ulusu” demenin değerli olduğunu tartıştım. Abdullah Öcalan’ın ; KDP’ye saldırı arifesinde ; “Bunlara karşı yürütülecek savaş yeni bir 15 ağustos atılımıdır.” şeklindeki tespitinin , “Brakuji pratiği“ olduğunu belirttim. 1999 yılında demokratik cumhuriyet ortaya atılır atılmaz tartışma ihtiyacı duymadan re ettim. Ancak açık söylemek gerekirse 1999 yılında demokratik cumhuriyet ortaya atılıp Abdullah Öcalan’ın duruş ve tavrını şok içinde görmeden 1970’li yıllardan itibaren devletle bağlantılı olarak çalıştığını bir an dahi düşünmedim. 1999’la birlikte işbirlikçi ajan pratiği açık ve tartışmasız olduğundan bu çerçevede tanımladım. Bu verilere rağmen Abdullah Öcalan 1970’lerden itibaren sömürgeci devletin istihbaratıyla ilişkili olarak çalışıp çalışmadığını kesin ispatlamak açısından araştırmaya ve tartışmaya ihtiyaç vardır. Demokratik cumhuriyetçiliğin bir yararı varsa bu da Abdullah Öclan’ın perde önünde işbirlikçi ideoloji ve siyaset çerçevesinde devlet hizmetine çalıştığının kesin olması ve bu veri üzerinden artık daha önceki süreçlere de şüpheyle yaklaşarak değerlendirme yapmaya neden olmasıdır.
Uzun yıllar PSK’nın liderliğini yapan ve 1993 yılında PKK’yla ittifak protokolü imzalayan Kemal Burkay’ın da bir röportajında Abdullah Öcalan’ın 1970’lerden itibaren istihbaratla ilişkili olduğunu yazdığını okudum. HAKPAR genel başkanı Melih Fırat aynı şeyi bir tv programında söyledi. Kemal Burkay gibi yurt dışında yaşayan DDKD’nin 80 öncesi kadrolarından olduğu duyumunu aldığım Sait Aydoğmuş’un Kürtİnfo sitesindeki makalesinde de , Öcalan’ın 70’lerden itibaren istihbaratla bağlantılı çalıştığını ileri sürdüğünü okudum. Ancak bunlar bu tespitlerine ilişkin dayanakları vermemektedir.
Buna karşın Hasan Yıldız ; “Muhatapsız Savaş ve Muhatapsız Barış” başlıklı kitabında 70’li yıllarda da Apo’nun Türk devletinin istihbaratıyla bağlantılı olabileceğine ilişkin kısmi bazı verileri şüpheleriyle birlikte ortaya koymaktadır. Hasan Yıldız adı geçen kitabında bir kısım doğru tespite ulaşmış olmakla birlikte, demokratik cumhuriyet adı altında başlatılan “barışa” her şeye rağmen destek verdiğini belirtmiş olmakla topladığı incileri de çürütmektedir. İşbirlikçi bir ideolojik politik hat çerçevesinde gerçekleşecek savaş da , gerçekleştirilecek barış da aynı oranda gerici niteliktedir., devletin konseptine göre şekillendirilmektedir.
İşbirlikçi Demokratik Cumhuriyetçilerin girdikleri süreçle birlikte , aydınlarla olan ilişkilerini değerlendirdiğimizde ; Hiç kuşkusuz ‘Bu süreçle’ Kürdistanlı modern devrimci yurtsever ve geleneksel yurtsever aydını ( medreseli dindar aydını ) da kaybetmişlerdir.
Demokratik Cumhuriyetçilerin bakiyesinde kalanlar ise ; her söylenene “He” diyen, işbirlikçi Demokratik Cumhuriyetçilikte bir uşaklık görmeyen , herhangi bir bedel sürecine ve riske katlanmadan ucuz yollarla maddi veya manevi tatminlerini gerçekleştirmek isteyen, ‘Ne verebilirim’ sorusu yerine, ‘Ne alabilirim’ sorusuyla yaklaşan, konformist, kozmopolitist ( ulusal bir anlayışa sahip olmayan ), ülkeleri sömürge devletleri olan , Kürdistani bir algılayışları bulunmayan, sömürgeci sistemin travmalarını kişiliğinde, beyninde ve ruhunda yaşatan, sistemle hiçbir ciddi sorunu bulunmayan, kendilerini ve ailelerini hiçbir riske gelmeden yaşatmak için konumlandıran kendini korumacı, iradesiz, inisiyatifsiz, zayıf, korkak, birikimsiz, ufuksuz, sualsiz, pohpohçu, yağcı, ideolojik politik anlamda bomboş ve karanlık menfaat çetecisi, kaçkın, tortu, bir kısmı mürit ruhlu, bir kısmı iki dinli, iki ruhlu, iki kişilikli, ikiyüzlü, iki dilli kişilik ve kiliklerdir. Demokratik Cumhuriyetçilerin kurumlarında örgütlü olarak çalışan ya da örgütlü çalışmasa dahi gidip gelen bütün aydın ve siyasetçilerin ortak yanları analiz ettiğimiz bu kişilik özelliklerine sahip olmalarıdır. Hepsinin bu özelliklerin tümüne ya da en azından bir kısmına sahip olması bir tesadüf değildir. Bu özellikler hem Apo ve PKK’nın sisteminin ihtiyaç duyduğu özelliklerdir, hem de her ideolojik politik hat kendi yansıması olan bir aydın ve siyasetçi tipini doğurduğundan, geliştirilen işbirlikçi Demokratik Cumhuriyetçi ideolojik politik çizgiye uygun düşen kişiliklerdir. Uygun düşmeyen kişiliklerin bir gün dahi bu ideolojik politik çizgini hakim olduğu kurumlarda durabilmesi ya da bu kurumlar gidebilmesi olanaklı değildir. Demokratik Cumhuriyetçilerin bakiyesinde kalan aydın ve siyasetçi sıfatını kullanan kişiler esasen aydın ve siyasetçi kavramını da kirleten ve bu kavramlara yakışmayan bireylerdir. Bunun yanında demokratik cumhuriyetçilik süreciyle birlikte, İsmail Beşikçi , Fikret Başkaya gibi önemli Türk aydınlarını da kaybetmişlerdir. Bakiyelerinde kalan ya da kazanmış oldukları ise Apo’nun orduyla kendi arasındaki ilişkilerde haber alıp verme ve konsept oluşturmada aracı rolü üstlenen ittihatçı, Kemalist ve Sabatay dönmesi Türkçü aydıncıklardır. Tencere yuvarlanınca kapağını bulmaktadır. Kemalist Kemalist’i, dönme dönmeyi ve ordunun işbirlikçisi diğer bir işbirlikçisini bulmaktadır. Demokratik cumhuriyetçilik dönmeliktir. Siyasi dönmelikler , diğer dönmelik türlerine nazaran çok daha tahripkardır. Diğer dönmelik türlerinin zararı bireyin kendi şahsınadır. Siyasi dönmelik ise sadece dönme kişiyi değil sosyal ve siyasal düzeyde bütün değerleri tahrip etmektedir.
Özce de olsa bir makalenin sınırları içerisinde her alan ve her anlamda tahribatlarını ortaya koyduğumuz Demokratik Cumhuriyetçilik ile Apo sisteminin teşhir edilip çöpe atılması gerekirken , tersine devredilmez , vazgeçilmez ve tartışılmaz değerlerimiz olan ülkemizi , ulusumuzu ve bağımsızlık hakkını tüketebilmesinin nedenlerini özetlemek istediğimizde ise , şu hususlardan yararlandıkları anlaşılmaktadır :
Birincisi, 1970’li yıllarda ortaya çıkan ve bir taraftan Apo’nun yönlendirmeleri çerçevesinde ; “Ajan işbirlikçi” şeklinde nitelendirilerek teşhir edilip, PKK’nın silahlı saldırılarına maruz bırakılan , öte yandan 1980 darbesiyle devletin saldırılarıyla karı karşıya kalıp yenilerek, üst düzey kadrolarıyla Avrupa’da 26 yıldır mültecilik yaşantısı içerisinde olan diğer eğilimlerin kendilerini legal ya da illegal olarak içerideki zemine yansıtamamaları ve bunların örgütsel anlamda misyonlarını tamamlamış olmalarına rağmen bu gerçeği ikrar etmekten dahi kaçınmış olmalarıdır. Demokratik cumhuriyetçilik ve Apo’nun sistemi boşluk ve alternatifsizlik ten yararlanmakta dır. Misyonunu tamamlamış olmakla birlikte yaklaşık 30 35 yıldır ihtiyaçlara yanıt vermeyen tarz ve çizgilerini birkaç kişilik marjinal çekirdeğe düştükten sonra dahi dayatan, yeni bir çizgi teşkilat sinerji temelinde gelenek yaratmaya gelmeyen, özü itibariyle mücadele iradeleri ve takatları tükenmiş söz konusu eğilim ve kadroların tutumu demokratik cumhuriyetçiliğin tüketilmesi yerine, tahribatlarının devamına olanak sağlamaktadır.
İkincisi, Demokratik Cumhuriyetçilerin kurumlarında çalışan ya da aynı çerçevede bulunup yakın duran aydın ve siyasetçilerin bireysel olarak bu ideolojik politik çizgi ve sistemle hiçbir sorunları yokmuş gibi onların zemininde bulunmaları ya da bu zeminle sosyal veya siyasal anlamda bir ilişki içerisinde bulunarak açık muhalefette bulunmamaları da bir uşaklık türü olarak bu sürecin tüketilip çöpe atılması yerine, süreç olarak tarif edilen işbirlikçiliğin bütün değerlerimizi her alanda tahrip etmesine yol açmaktadır.
Üçüncüsü, Demokratik Cumhuriyetçilerin çizgisi , kurumları ve çevrelerinin dışında durup, dar ve kişisel sohbetlerde söz konusu sistem ve ideolojik politik çizgiye eleştiriler yöneltmekle birlikte iş kitle önünde konuşmaya ya da yazmaya geldiğinde dansöz gibi kıvırtan sözcüklerini eğip büken ya da iki yüzlü davranan oportinist ve uşak durumundaki aydın ve siyasetçilerimizdir.
Dördüncüsü, Kürt halkının duygusallığı, eğitimsizliği ve tümden kırılmamış kaderci yapısıdır. Demokratik Cumhuriyetçilik bundan da yararlanmaktadır.
Beşincisi , 80’den sonra diğer eğilimlerin de tabanlarını alarak e Kürdistan’ın bütün maddi birikimlerini kendi ellerinde toplayıp pek çok kurum ve medya kuruluşu aracılığıyla kitleleri duygusal düzeyde kontrol ve denetim mekanizması altında tutmaları , bazı uşak aydın ve sanatçıları kullanarak İmralı’dakinin adına her şeye rağmen methiyeli şeyler yazdırmaları ve kitleyi yanlış yönlendirmeleridir.
Altıncısı,
Bunların kurumlarında veya çevrelerinde bulunan bazı kişilik ve ailelerin ; “Öküz yere düşmüş , etinden de bir parça biz alalım.” yaklaşımı içerisinde , “Ne verebilirim” sorusu yerine “Ne alabilirim” sorusuyla yaklaşarak menfaat çeteciliği çerçevesinde bu süreçte çıkarlarını görmeleridir. Maddi ve manevi tatminleri peşinde koşan birey ve aileler Demokratik Cumhuriyet süreci hiçbir süreç ödemeden, devletle cepheden karşı karşıya gelmeden otlanabilme dönemidir. Avukatsa dava almak için, iş adamıysa belediyelerden ihale almak için, başka bir işle uğraşıyorsa sosyal çevre kazanmak için , sanatçı ise programlara çağrılmak ve gündemde kalmak için, aydıncık ya da siyasetçi ise kendi adını yaşatmak ve yapılacak belediye başkanlığı seçimleriyle millet vekili seçimlerinde adaylık kapmak için, ya da bir yakınını belediyeye sokmak veya encümen üyesi olmak yahutta herhangi bir sivil kurumda maaş almak için analiz ettiğimiz tasfiyeci ve işbirlikçi ideolojik politik çizgiye karşı açık bir muhalif tutumun sahibi değildirler. Herkesin kendi adına beklentileri, hesapları ve kaygıları bulunmaktadır. Bu kaygılar ve hesaplar temelinde hem birbirleriyle çalışmaktadırlar, hem de yeri geldiğinde menfaat kilikleri temelinde çatışmaktadırlar. Bu çerçevedeö Demokratik Cumhuriyetçilerin kurumları bütün insani niteliklerden soyutlanmış, açlıklarını doyurmak peşinde koşan , verebilecekleri hiçbir bedelleri olmayan iki dinli , iki ruhlu her söylenene he diyerek kendini var etmeye çalışan oportinistlerle doludur. Bunlardan istediği konum ve adaylıkları almayanlar çeşitli süreçlerde kopmakta, ya da koparılmak zorunda bırakılmakta olmakla birlikte, daha sonra yaşadıkları her türden uşaklığa rağmen kopuş nedenlerini ideolojik politik edenlere oturtmaya dahi çalışmaktadırlar. Önümüzdeki genel ve yerel seçimlerden sonra bu tür kopmalar ve tutumlar daha da belirgin hale gelecek ve istediklerini almayanlar sırf istediklerini alamadıkları için muhalif görüntüsüne geçecektir. Bu tür bir muhalefet tarzı da hiç kuşkusuz kimliksizdir. Analiz ettiğimiz sistem ve Demokratik Cumhuriyet çizgisi bu durumdan da yararlanmaktadır.
Yedincisi Kürt aydını ve siyasetçisi hem vardır hem yoktur. Görev sorumluluk ve kriter dayatıldığında genel anlamda Kürt aydını ve Kürt siyasetçisi bulunmamaktadır. Kriter, ölçü sorumluluk ve görevler çerçevesinde bakılmadığında ise geniş bir aydın ve siyasetçi kesimi varmış gibi görülmektedir. Kürt aydını , kendi devletinin iş birlikçisi durumunda olan ve kendi devletinin at izinde giden, ürkek ve zavallı durumunda olan Türk aydınının , bir kopyası durumundadır. Kürt aydını, Türk aydını gibi genel anlamda devletle cepheden karşı karşıya gelmekten kaçınan ürkek bir aydın tiplemesidir. Devletten bu kadar korkan bir aydın tiplemesi , PKK’dan daha da korkmaktadır. Türk devletinin kontrgerillası, hapishaneleri ve işten atmaları bir tehdit kaynağı iken, PKK’nın öldürmeleri ve çeşitli yaftalarla kitle içerisinde manevi açıdan teşhir etmeleri diğer bir tehdittir. Devletten korkan aydın ve siyasetçiler, PKK’dan daha çok korkmaktadır. Bu nedenle Demokratik Cumhuriyetçiliğe ve tahribatına karşı etkin ve açık bir tutumun sahibi değildirler. O zaman da birkaç ay içerisinde Demokratik Cumhuriyetçiliğin teşhir edilerek çöpe atılması gerekir iken, tersine Demokratik Cumhuriyetçiliğin her alanda ve her anlamda vazgeçilmez değerlerimizi tahrip ettiğini görmekteyiz.
Sekizincisi Demokratik Cumhuriyetçi PKK içerisinde işbirlikçi ideoloji ve siyaset ile Apo’nun sistemine karşı bir reddiye ortaya çıkmamasından yararlanılmaktadır. Örgüt içerisinde tümden veya kapsamlı bir reddiye ortaya çıkmamasının nedeni ise , herkesin herkesten korkması, herkesin herkesi denetleyip ihbar etmesi ve herkesin herkesten bir şeyler bekleyip öncelikle kendisini ortaya koymamasıdır. Diğer kurumlar ve dışarıdaki çevrelerde de bu psikoloji etkilidir. Öte yandan sistemin inisiyatif irade ve kişiliği ezerek kırmış olması ile her şeyde bir hikmet gören sorgusuz sualsiz yaklaşımın sahibi bağnaz mürit kişiliklerin varlığıdır. Bu sistem içerisinde Apo’nun kişiliği altında geri kalan bütün birey kişiliklerinin ezilip hiçleştirilmiş olmasıdır. Bireyler birer özne olmaktan öte , birer nesneye dönüştürülmüştür. Önderlik edebilecek irade inisiyatif donanım ve özgüven ile diğerlerini çekim gücüne sahip kişilikler yok edilmiştir. Sisteme ve işbirlikçi ideolojiye açıkça karşı durmak, tarikatın algılayışı içerisinde münafıklık ya da lanetli olmak gibi algılanabilme korkusu bu sürece inanmayanları da suspus etmektedir. Örgüt içerisindeki bu korku ; hem fiziksel varlığını hem de manevi imajını ve hatta örgütsel konumunu kaybetme riskinden kaynaklanan korkudur. Demokratik Cumhuriyetçiliğin söz konusu unsurlar tarafından anlaşılmadığını söylemek aldatıcıdır. Demokratik Cumhuriyetin ne olduğu ilk günden itibaren bir parça mürekkep yalamış herkes tarafından anlaşılabilecek durumundadır. Anlaşılan ama anlam ve değer verilmeyen bir ideolojik politik çizgi olmakla birlikte özetlediğimiz nedenlerle açık tutumla karşı çıkanlar da bulunmamaktadır. Sonuç itibariyle hiç kimsenin inanmadığı Demokratik Cumhuriyetçilik aynı zamanda hiç kimsenin karşı çıkmadığı bir ideolojiymiş gibi yansımakta ve bu ideolojinin tüketilip çöpe atılması yerine bütün değerlerimiz tüketilip tahrip edilmektedir.
Sonuç itibariyle Demokratik Cumhuriyet adı altında sömürgeciliğin içerideki Truva atı olarak ortaya çıkan Demokratik Cumhuriyetçiliğe ve bütün değerlerine karşı açık, kararlı bir ideolojik politik mücadeleyi sömürgeci devletlerin sistemine karşı mücadeleyle birleştirip yükseltmeyen her birey, ne kadar yurtsever olduğunu söylerse söylesin, bir uşak olmaktan kurtulamayacaktır. Günümüzün güncel kriter ve ölçüsü budur.
İşbirlikçi Demokratik Cumhuriyetçiliğin ideolojik politik ve uygulama düzeyinde , Kürdistan’ın dört parçasındaki tahribatı gündemdeki bölgesel savaş veya 3.Dünya Savaşıyla birlikte değerlendirdiğimde, günümüzde ve ileride daha tahripkar sonuçları da görülmektedir. Her Dünya savaşı kapitalistler ve emperyalistler arası bir çatışmadır. İstisnasız her dünya savaşı haritaların yeniden şekillendirilmesine ve başkaca emperyalist güçlerin oluşturulduğu harita ve statükoların diğer bir emperyalist gücün ihtiyaçlarına yanıt vermediğinden dolayı değişikliğe uğratılmasıdır. Rusya’nın ekonomik olarak kendini toparlaması, buna karşın Çin’in ise yıllık %10 oranında ekonomisini büyütecek bir hıza ulaşması, Dünya hakimiyeti yönünden ABD mücadele etmek ihtiyacı hissetmektedir. Bu nedenle Çin ve Rusya’nın gelişmelerini tamamlayıp sınırlanamaz duruma gelmeden sınırlandırılmaları ABD ve müttefikleri açsından bir hedef olarak ortaya çıkmaktadır. Çin, Rusya, Japonya, Kazakistan, Hindistan’dan oluşan Şengay devletleri, ABD - İngiltere - İsrail - Kanada - Yeni Zelanda - Avusturalya ve bazı Avrupa devletlerinin katılması sırasında genişleyecek kutbu en fazla zorlayacak ikinci kutuptur. Şengay devletlerini yenilenen teknolojisi askeri gücü , gelişen ekonomisi ve büyük nüfusları ile petrol ve doğal gaz bölgelerine yakınlıkları ABD önderlikli kutbu endişelendirmektedir. AB ise bir ekonomik güç olmakla birlikte yaşlı ve küçük bir nüfusa sahip olduğu gibi bu ekonomik gücü sırtına geçirilmiş güçlü bir orduya sahip değildir. Öte yandan stratejik ve jeopolitik anlamda dünyanın çeşitli bölgelerine ilişkin bir stratejisi ve planlaması bulunmamaktadır.
Bununla birlikte AB’yi oluşturan çok sayıda devletin pek çok olayda birlikte aynı konsepti oluşturup hareket etme kabiliyet ve özellikleri bulunmamaktadır. Bu nedenle Avrupa Birliği bir odak olarak hareket edip etkili olma olanağına sahip değildir. AB devletlerinin bir kısmı bağımsız ve tarafsız konumda kalacaktır. Diğer bölümünün büyük kısmı ise ABD önderlikli kutupla hareket edecektir. AB ülkelerinden Şengay devletleriyle ortak hareket edenler ya olmayacak veya çok az sayıda devletten oluşacaktır. AB’nin bu parçalı yapısı ile güçlü bir ordu ve konseptten yoksunluğu iki etkili güçten biri olmasına engeldir. İki etkili güç Şengay devletleriyle ABD’nin başını çektiği kutuplar olacaktır. Şu an itibariyle ABD hala dünyada hakim güç konumundadır. Diğer emperyalist devletler dahi ABD’yle baş edebilecek durumda değildir. ABD diğer emperyalist güçlerin kendisiyle baş edecek ve çatışabilecek duruma ulaşmalarından önce dünyayı yeniden şekillendirerek , petrol ve doğalgaz kaynaklarıyla enerji hatlarını ve petrol ürünlerinin fiyatlarını çeşitli yol veya anlaşmalarla kontrol ve denetimine almak istemektedir. Bu nedenle Kafkasya ve Ortadoğu temel çatışma merkezleri arasına girmektedir. Ortadoğuda dünyadaki petrol zenginliğinin %50’si bulunmaktadır. Her tekeci devletin kendi tekellerine pazar alanı açma da savaşın bir nedeni olarak ortaya çıkmaktadır. Ortadoğu savaşın merkezlerinden olduğu gibi Kürdistan ve Belucistan çıkacak 3.Dünya Savaşının veya bölgesel savaşın ana merkezi durumundadır. Hem bu ülkelerin zenginlikleri , hem de Kürdistan ve Belucistan’ın üzerinde kurulu emperyalist statükoyu bozmaksızın dünyada yeni bir statüko yaratmanın olanaksızlığı Kürdistan ve Belucistan’ı ana merkezlere dönüştürmektedir. 35 - 40 yıl içinde petrol tükenecektir. ABD dünya petrolünün %25’ini tek başına tüketen bir devlettir. Bu petrolün önemli bir bölümünü ithal etmektedir. Çin , Japonya ve Avrupa ülkeleri de petrol sıkıntısı çekmekte ve ithal etmektedirler. Bu devletlerden petrolü ve doğalgazı kontrol ve denetimlerine almayanlar ya da çeşitli anlaşmalarla sanayilerinin ihtiyaç duyduğu petrolü almak için çeşitli anlaşmalar yapmayanların fabrikaları işlemez duruma düşecektir. Yani fabrikaları petrol ve doğalgaz yokluğu nedeniyle kapanır duruma düşecek ve ekonomileri duracaktır. Bu durum petrol ve doğalgaz için müttefik arayışı kadar büyük devletler arasındaki çatışmayı da gündeme getirmiştir. Öte yandan ABD klasik sömürgeciliği bütün dünyada tümden tasfiyesine ve buna karşın yeni sömürgeciliğin bütün dünyada kurumsallaştırılmasına dayanan bir konsepte sahiptir. Geçmiş ekonomik altyapı paralelinde iki kutuplu dünyada sürdürülen klasik sömürgecilik, bilgisayar ve otomasyona dayalı teknolojik devrime dayanan üretim yanında pratikleşen ve yoğunlaşan sermaye ihracı nedenleriyle klasik sömürgecilik hantal ve mazlum halkların cepheden ve sert tepkisini çeken yanıyla ABD’nin ihtiyaçlarına yanıt vermemektedir. Aynı zamanda dünyadaki liberal sermayeye yani uluslar arası büyük tekellere de yanıt vermemektedir.
Bu nedenle bu sürece kadar yaklaşık 100 yıldır destekledikleri alt emperyalist veya yerel sömürgeci partnerleri durumundaki devletlerle de karşı karşıya gelip , çelişkiler içerisine girmektedirler. ABD önderlikli kutup altyapıda katı devlet kapitalisti bir ekonomik yapılanmaya , buna karşın üst yapıda faşist veya totaliter bir rejime sahip olan yönetimleri tasfiye ederek liberal ekonomi ve liberal yönetimi her yerde kurumsallaştırmak istemektedir. Bu durum da ABD ile alt emperyalistleri ya da yerel sömürgeci partnerlerini kendisiyle karşı karşıya getirmekte ve geçmişe dayanan ilişkilerini bozmaktadır. Artık çıkarları farklı yönlere bakmaktadır. Bu nedenle ADB’nin, Türkiye, İran ve Suriye rejimleriyle ciddi çelişkileri bulunmaktadır. Geçmişte destekledikleri Saddam Hüseyin ve rejimini tasfiye etmeleri de Amerik’daki yeni muhafazakar grubun oluşturduğu ideolojik politik strateji ile ilgilidir. 1971yılında özerklik statüsüne kavuşan Kürdistan, 1991 yılından itibaren defakto da olsa kendi kendini yönetme olanağına ulaşmaya başladı. 2002 yılında Saddam rejiminin devrilmesinden sonra federal bir yapı ortaya çıktı.Güney Kürdistan’ın federal yapıya kavuşması , aynı zamanda emperyalist bir antlaşma olan Seykes Pikot anlaşmasının dayanağı olduğu diğer emperyalist antlaşma Lozan’ın kurduğu statükonun bir parçadan başlamak üzere çözülüş sürecine girmesine yol açtı.
Seykes Pikot ve Lozan sistemi denildiği zaman ; Bağdat paktı, Sadabat paktı, Sento ve Cento anlaşmalarıyla birlikte değerlendirilmesi gerekmektedir. Bu paktlarda Kürdistan’ı aralarında bölüşüp paylaşan İran, Suriye, Türkiye ve Irak devletlerinin kökleri devletleşmek üzere herhangi bir parçada güç kazanması durumunda sömürgeci devletlerin birlikte hareket etmesine ve imkan vermemesini içermektedir. Afganistan ve Pakistan devletleri de bu anlaşmalara taraf olmuştur. Çünkü dörde bölünen Kürdistan yanında Belucistan’da İran, Pakistan ve Afganistan devletleri yanında üçe bölünmüş sömürge bir ünitedir. Statüko birbirine bağlı olduğundan İran, Suriye, Türkiye, Irak, Pakistan, Afganistan devletleri Ortadoğu statükosunun değişmemesi, Kürdistan ve Belucistan devletlerinin herhangi bir parçada kurulmaması için birlikte hareket etme antlaşmaları yapmışlardır. Bu antlaşmalar emperyalistlerin denetimi , gözetimi ve desteği altında gerçekleştirilen sömürgeci emperyalist antlaşmalardır. Ortadoğu’daki bütün gericilik bu sömürge statükosunun ve gerici antlaşmaların bünyesinden doğmaktadır.
ABD ve müttefikleri bu süreçte İngiltere ve Fransa’nın kurduğu ancak kendinsin destekleyip devam ettirdiği statükoyu değiştirmekten yanadır. En azından statükodan desteğini çekmiş görünmektedir. Bu durum İran , Suriye ve Türkiye ile şii veya suni fundamantalist örgütleri ( Hamas, Hizbullah, El Kaide vs ) Şengay devletleriyle aynı eksende bulunmaya götürmüştür. Bunlar bir eksen durumundadır. Türk ordusunun özel kuvvetler komutanlığı Hizbullah gibi örgütlere silah desteği sağlamaktadır. Filistin sorunu iki devletli çözüme en yakın süreçteyken , İran, Suriye ve Türkiye’nin istihbarat örgütleriyle Hamas’ı kullanması ve yönlendirmesi neticesinde çözümden uzaklaşılmaktadır. Bu devletler ve Şengay devletleri var olan statükonun değişmemesi çerçevesindeki politikada uyum sağlamış görülmektedir. Bununla birlikte Türkiye Şengay devletleriyle olan ittifak ve tutumunu açıkça ortaya koyup sergileme yerine şimdilik gizilice sürdürmektedir.
Şimdilik ABD ve AB ile dirsek ve bağlantılarını sürdürürken aynı zamanda alttan alta Şengay devletleriyle ciddi ilişkilere girmektedir. Şengay devletleriyle ilişkilenmeye zorlayan ordudur. Zaten Türk devletinin siyasal sistemi tek partilidir. Hangi parti iktidara gelirse gelsin , hükümet olan ve yöneten ordudur. Türkiye’de AKP tek başına anayasayı değiştirecek bir oy çokluğu ile milletvekili oranına ulaştığında hükümet olabileceğini düşünerek bir ölçüde sürtüşmeye girdiyse de , kendilerine yapılan Danıştay komplosu sonrasında daha büyük bir korkuya kapılarak orduya teslim olmuşlardır. Yaşın toplanıp karar alması dahi beklenmeden kamuoyundan büyük tepki gören Orgeneral Yaşar Büyükanıt’ın genel kurmak başkanı olarak atanması bu teslimiyetin bir ifadesidir. AKP diğer parti ve hükümetler gibi Türkiye’de ordunun iktidarını kabul etmiş olmaktadır. Yaşta karar alınması dahi beklenmeden Org. Yaşar Büyükanıt’ın genel kurmay başkanı olarak ilan edilmesi ise yaşın tasfiye edilip önemsizleştirilmesidir. Artık şekil olarak var olacaktır. AKP orduya teslim olmadığı takdirde medya araçlarının kendisine karşı daha fazla kullanılacağını, hatta Abdullatif Şener veya benzeri bir kişi liderliğinde yaratılacak bir kanatla bölünme sürecine sokulacağı, bu da sonuç vermemesi halinde kontrgerilla saldırılarının dahi işletilebileceğini gördüler. Cumhurbaşkanı Turgut Özal, Org. Eşref Bitlis, Adnan Kahveci, Albay Rıdvan Özden, Org. Bahtiyar Aydın, Tuğgeneral Kazım Çilingiroğlu , Diyarbakır Emniyet Müdürü Gaffar Okkan ordunun özel kuvvetler komutanlığına bağlı olan kontrgerilla tarafından öldürülmüşlerdir. Resmi ideoloji çerçevesinde belirlenen resmi siyaseti kısmen dahi tartışmaya başlayanlar bu sonuçla karşı karşıya bırakılmıştır. Kontrgerilla askerler tarafından kurulmuş olmakla birlikte , bunun içinde her meslekten siviller de bulunmaktadır. Yasa dışı militarist olan bu gizli birim orduya bağlı olarak bütün devleti denetleme ve sindirme mekanizmasıdır. Özel kuvvetlere bağlı olan bu birim ortaya çıkarılıp cezalandırılmadan Kuzey Kürdistan’da Kürtlere yönelen faili meçhul cinayetlerin tümden son bulması mümkün olmadığı gibi , ordunun hükümetlerin talimatı altında alınması da mümkün olmayacak ve ordunun iktidarı devam edecektir. İran’ın sömürge sınırları içerisine aldığı Doğu Kürdistan’da ve Suriye’nin sömürge sınırları içerisine aldığı Batı Kürdistan’da,
Türkiye’nin sömürge sınırları içerisinde tuttuğu Kuzey Kürdistan’da ve buna karşın Irak’ın sömürge sınırları içerisinde iken şu anda federal yapıda bulunan Güney Kürdistan’da istikrarsızlaştırma eylemleri yapan ve Lozan sömürgeci statükosunu ayakta tutmak için Suriye ve İran rejimleriyle irtibata geçip güç sağlayanda ordunun özel kuvvetler komutanlığı, kontrgerillası ve istihbaratıdır. Türk devletinin Şengay devletleriyle ilişkisini geliştiren ise ordudur. Ordu özel kuvvetler komutanlığı ve özel harp dairesi aracılığıyla güney Kürdistan’ı istikrarsızlaştırma faaliyeti yürütmektedir. Öte yandan İran ve Suriye rejimlerini ayakta tutmak ve güçlendirmek için elinden gelen her türlü çabayı sarf etmektedir. İran ve Suriye rejimlerini ayakta tutması ve güney Kürdistan’ı istikrarsızlaştırması halinde Lozan’a dayanan sömürgeci statükonun değişmeyeceğini düşünmektedirler. Türkiye’nin ordusunun üçte birini ( 250 bin askeri ) İran’ın sömürgesi olan doğu Kürdistan sınırına ve Irak federal yapısı içerisinde yer alan güney Kürdistan sınırına yığması esasen gündemde bulunan ve azami düzeyi 3.Dünya savaşı olup, askeri düzeyi ise bölgesel savaş olan süreçteki pozisyonunu almaktır. PKK’nın 250 bin askerin sınıra yığılmasına gerekçe yapılması ise politik bir bahanedir. PKK düzen dışı savaş yapan vur kaç eylemleriyle hareketli birliklere sahip bir örgüt olduğundan dolayı herhangi bir alanda büyük kayıp verdirilme olanağı bulunmamaktadır.
Türk devleti 1994 ile 1999 yılları arasında hem kendi sınırları içerisinde hem kendi sınırları dışında sayısız operasyon yapmasına rağmen bu örgütü bitirememiştir. Bugün dahi kendi içindeki PKK’yı bitirememektedir. Bu durumda Türk devletinin ordusunun üçte birini İran’ın sömürge sınırları içerisinde bulunan Doğu Kürdistan ile Irak’ın sömürgesi iken federal statü kazanan Güney Kürdistan sınırına yığması, asgari düzeyi bölgesel bir savaşı ve azami düzeyi ise 3.Dünya savaşı sürecinde pozisyon almak için PKK’yı bir bahane olarak kullanmaktadır. Düzen dışı savaşa göre örgütlenen PKK’nın Kandil’e girildiği anda onar kişilik küçük birimler şeklinde coğrafyaya dağılacağı ya da daha iç noktalara gideceği ve sonuç itibariyle operasyondan önemli bir sonuç çıkmayacağı bilinmektedir. Ancak Türk devletinin ordusunun üçte birini yığması, sadece gündemdeki savaşa karşı pozisyon almak olarak tarif edilemez. Öte yandan uluslar arası konjüktür uygun hale geldiğinde ve saflarını açıkça netleştirmeye başladığında Güney Kürdistan ve Doğu Kürdistan’a girerek tümden istikrarsızlaştırmak ve olanaklar el verirse yerleşebilmek içindir.
Türk devleti ordusu ve istihbaratı aracılığıyla Türkmenleri eğitip parasal destek vererek Türkmen cephesi aracılığıyla kullanırken , Şii ve Suni Arapları da kullanmaya ve saldırtmaya çalışmaktadır. Bunun yanında İran’ın sömürge sınırları içerisinde bulunan ve 25 milyon civarında nüfusu olan Azerileri 15 milyon civarında nüfusu olan Doğu Kürdistan halkına kışkırtıp saldırtmak istemektedir. Türk devleti Azerileri ilkin Kirmanşah ve Ulmiye üzerinden Kürtlerin üzerine saldırtacaklardır. Azerilere bu iki şehirlerde hakkımız var dedirteceklerdir. Doğu Kürdistan coğrafyası üzerinde yer altı ve yerüstü zenginlikler özellikle bu iki şehirde bulunmaktadır.
Türk devleti, Doğu Kürdistan’a karşı Azerileri ve Güney Kürdistan’a karşı Türkmen cephesi ile Şii ve suni Arapları kullanarak Kürdistan’ın dört parçasını da istikrarsızlaştırıp denetim altında tutma ve sömürgeci statükoyu sürdürme çizgisinin hararetli savunucusu durumundadır. Irak’da statükonun bozulması ve Güney Kürdistan Federal Hükümetinin kurulması ile Güney Kürdistan’lı Kürtlerin yönünün bağımsızlığa dönük olması yanında diğer sömürge parçalarındaki Kürtlerin ise buradaki oluşuma ve kazanımlara ilgiyle yaklaşması , öte yandan İran ve Suriye’nin çözülüş sürecinde bulunması, Türkiye’nin sömürgeci güç olarak denetim altında tuttuğu Kuzey Kürdistan’ı kontrol edemez duruma gelme korkusuna götürmektedir. İran ve Suriye’de de statükonun çözülmesiyle birlikte Türkiye gerek içeriden ve gerekse dışarıdan Kürt kuşatması altına girecek ve Türkiye’nin bugün itibariyle egemen olduğu sınırlar içerisinde dahi Kürt nüfusunun 30 milyon civarında olması ve Türk nüfusundan fazla olması nedenleriyle sömürgeci statükosunu ve totaliter rejimini sürdüremez durumda kalacaktır. Sömürge statükosu burada da parçalanmayla karşı karşıya kalacak ve Ortadoğu’nun istikrarlı statükosu ortaya çıkacaktır.
Her ne kadar Ortadoğu sorunu Filistin sorunuyla özdeşleştirilerek dile getirilse de esasen Ortadoğu sorunu öncelikle Kürdistan sorunudur, daha sonra ise Belucistan sorunudur. Kürdistan sorunu dünyayı ilgilendiren bir sorundur. Bu anlamda dünyanın önemli sorunudur. Kürdistan ve Belucistan bütün parçalarıyla sömürgecilikten kurtulup bağımsız devletler olarak ilan edilmeden ve İsrail ile Filistin birbirlerini karşılıklı olarak tanıyarak ve 67 sınırlarını kabul edip doğu Kudüs Filistinlilerde, buna karşın batı Kudüs ise İsrail’da kalmak üzere iki devletli çözümde anlaşmadan özelde Ortadoğu’da , genelde bütün Asya’daki milliyetlerin militarist insanlıktan çıkıp demokrat ve ilerici insanlıkla tanışması mümkün değildir. Bu çerçevede bir çözüme ulaşılmaksızın sermayenin dolaşım ve yatırım istikrarına ulaşması da mümkün değildir. Yine bu çerçevede bir çözüme ulaşmaksızın ekonomik, kültürel, ideolojik politik ve sınıfsal gelişimin önünün açılması mümkün olmayacaktır. Bu anlamda var olan statüko ister liberal bir ekonomi ve sitem kurulmak istensin, ister sosyalist bir ekonomi kurulmak istensin her iki durumun önünde de engeldir, gericidir. Bu statüko hangi şekilde tasfiye edilirse edilsin tarihin ileriye sıçramasına, ekonomik, sosyal, kültürel, ideolojik politik ve sınıfsal gelişimin zemininin açılmasına yol açacağı gibi, her sınıfın kendi mücadelesini kendisine konu etmeye başlamasına da olanak sunacak , ırkçılığı ise geriletecektir. Dört devlet arasında bölünmüş Kürdistan ve buna karşın İran , Afganistan , Pakistan arasında bölünmüş Belucistan ile birbirini tanımaksızın yarım asıldır kör dövüş içerisinde olan İsrail ve Filistin’in ayrı devletler olarak birbirlerini tanıyıp kurulmaları olgusu gerçekleşmeden başka bir statükoya ulaşmak olanaklı olmadığı gibi hiçbir istikrara da ulaşılamaz. Türkiye, İran, Suriye ve bu devletlerin kullandıkları Türkmen cephesi ve suni veya Şii bazı Arap fundamantalist örgütleri var olan statükonun devamı ve kendi istikrarları olan istikrarsızlık ve gericiliğin devamı için birlikte çalışmaktadırlar. ABD, İngiltere, Kanada, İsrail, Avusturalya, Yeni Zelanda ve bazı Avrupalı devletlerin var olan statükodan desteğini çekip , yeni bir statükoda ısrar aramaları ile çıkarlarını bu çerçevede görmeleri karşısında, Rusya, Çin, Japonya, Kazakistan ve bunlara katılabilecek Pakistan gibi devletler bu süreçte ister istemez bu kutba karşıtlıkları nedeniyle statükonun devamından yana bir stratejinin sahibi olmaktadırlar. Başka şekilde taraf olmanın ve etki oluşturmanın mümkün olmadığını düşünmektedirler. ABD önderlikli gücün yanı başlarına gelmesine karşı bu siyaseti gütmektedirler. Bu da Şengay devletleriyle bölgesel sömürgeci devletler olan İran, Suriye , Türkiye ve fundamantalist örgütleri yakınlaştırıp tek kutup olmaya doğru götürmektedir. Bu olgular ABD’nin önderlik ettiği kutup ile yerel sömürgeci devletler olan ve uzun süre ABD’yle Avrupa’nın desteğini alan alt emperyalist sömürgeci ve faşist partnerleri Türkiye, İran, Suriye ve Saddam’ın Irak’ı arasında önce çelişkilere, sonra da çatışmaya götürecektir.
Ortadoğu’nun kadim ve mazlum halkı olan Kürt ulusu ve Beluci ulusunun bu çelişki ve çatışmalardan yararlanması gerekmektedir. Bu mazlum haklar bu çelişki ve çatışma süreçlerinde vazgeçilmez iki stratejik müttefik durumundadırlar. Öncelikle Kürdistan ve Belucistan’ın stratejik müttefiklik ilişkisini acilen kurmalıdır. İki halk da aryan kökenlidir. Köken ortaklığı yanında dilsel ve Kültürel yakınlık barizce görülmektedir. iki mazlum halkın ittifakı kurulduktan sonra bu iki halkın bağımsızlığına saygı duyan her kapitalist veya emperyalist devletle de konjüktürel olarak ittifak politikaları geliştirme ve uluslar arası diplomatik ilişkilere girme haklarına sahiptirler.
Yerel sömürgeci devletlerin hem kendi içlerinde, hem de çevrelerindeki devlet ve örgütlerle birlikte hareket etme noktasında ittifak politikalarına girmeye devam etmesi, ayrıca bu devletlerin emperyalist devletlerle de temas ve bağlantılarını devam ettirerek olasılıklara göre hangi kutupla devam edeceklerini gözetmeleri karşısında, bu mazlum halklara ittifaksız şekilde boyunlarını sömürgeci giyotinlere uzatmaya ve mevcut statüko altında inlemeye dönük siyaset izlemelerini önerecek kadar aptal ve uşak olamayız. Her ulusal kurtuluş hareketi ister istemez burjuva içerik kazanarak ortaya çıkar. Kendi siyasal iktidarını ve vatan topraklarını kurtarmaya dönük olduğu sürece bu ulusal kurtuluş hareketleri sosyalist içerikte değil de burjuva içerikte de gelişse devrimcidir. Ulusal kurtuluş hareketlerine saf sınıf hareketlerinin özellik ve nitelikleri yüklenerek bu beklentilere uygun hareket etmeleri dayatılamaz. Bu dayatma sınıfsal gelişmenin de önünü kapatarak mevcut statükonun korunmasına hizmet eder. Bütün gericilik ise mevcut statükonun bünyesinden doğmakta ve hiçbir sınıf ve sınıfsal sorununu kendisine konu dahi edinememektedir. Mazlum ulus hareketlerinin müttefiğinin ezen ulusların emekçi hareketleri olacağı teorik olarak sık sık işlenmekle birlikte sömürge ya da ilhak koşullarının olduğu ülkelerde ezen ulus milliyetlerinin sosyalist hareketleri kendi devlet ve ordularının işbirlikçi bir uşağı olmaktadır. Bunlar esasen statükonun korunmasına dayanan birer büyük devlet şövanisti ve ulus sövenisti olarak teoriği kullanmakta oldukları gibi , birer yerel kapitalist olmaktadırlar. Sömürgeci statükonun devamına dayanan yerel kapitalistlik uluslar arası liberal sermayeden dahi daha geridir. Bu türk solcu molcuların bir liberalden dahi daha statükocu ve gerici olması bununla ilgilidir. Yarım asırlık Filistin mücadelesine rağmen kişilikli bir İsrail sosyalist hareketinin müttefiklik ilişkisiyle ortaya çıkıp Filistin’in bağımsızlığından yana pratik mücadele yürütme vazifesini yerine getirdiği görülmemiştir. Beluci ulusal hareketinin mücadelesine rağmen Afganistan’lı, Pakistan’lı ve İran’lı olup kendilerini komünist ya da sosyalist olarak nitelendiren hareketlerin bu mazlum halkın kesin kopuş stratejisi çerçevesinde ulusal devletini kurma hakkına ulaşması için mücadele yürütme görevlerini yerine getirmedikleri görülmektedir.
Aynı şekilde Türkiye, İran, Suriye ve Iraklı olup kendilerini komünist ya da sosyalist örgüt olarak tanımlayan illegal yapıların dahi bağımsız Kürdistan’ın kuruluşu için mücadele etme ve bağımsızlık haklarını savunma görevlerini herhangi bir aşamada yerine getirmedikleri görülmektedir. Türkiye üzerinde değerlendirme yapıldığında bu devletin tarihi Osmanlı İmparatorluğu nun feodal dönem yayılmacılığına dayanan 600 senelik tarihi artı ürün, vergi ve askerlerin kendi ekonomilerine değer transferi olarak alınmasına dayanan feodal dönem emperyalizmidir. Önceki tarihleri nazara alındığında Selçuklu ve Moğol dönemleri de Mezopotamya halklarının gelişmiş kültür ve uygarlığını, alt ve üst yapı kurumlarını yağmalamaya dayanan emperyal ve barbar bir tarihtir. Bu tarihin bir devamı olarak Osmanlı’nın bakiyesi olan Türkiye devleti ise aslında bir ulusal kurtuluş savaşı olmaksızın emperyalistlerle uzlaşma ve kabulleri çerçevesinde kurulmuş Türkçü - Masonik - Sabataycı bir devlet yapılanmasıdır. Emperyalizmle iş birliği temelinde bir kuruluş yapılanmasını esas aldıkları için o günün büyük devletleri iktidarı İttihatçı Kemalist’lere bırakarak Sovyetlere karşı kullanmaya başlamışlardır.
Her biri Türkçü bir Sabatay olan Enver paşanın, Talat paşanın ve Mustafa Kemal paşanın padişahın köşkünden mevcut devlet adına gelip alt üst ilişkisi olan bir devrim yapmaları ve devrimci bir kimliğe ulaşmaları da olanaklı değildir. Diğer halkların imhası, inkarı temelinde ideolojik politik çizgi geliştirmeleri ,1.Dünya savaşında Almanların komutası altında emperyalist savaşa katılmaları , Sarıkamış’ta dahi 90 bin kişiden oluşan ordularının donması ve Türkiye’nin kuruluşundan sonra İzmir iktisat kongresinde kapitalizmin yerleştirilmesi için alınan kararlar ile Mustafa Kemal’in alman mühendise verdiği demiryolu ayrıcalıkları yanında emperyalist bir antlaşmayla Kürdistan’ın paylaşılması bu adamların niteliklerini göstermektedir. Türkiye kuruluşuyla birlikte emperyalizmle uzlaşma ve işbirlikçilik temelinde ortaya çıkan bir devlet yapılanmasıdır.
1974’te yapılan Kıbrıs harekatı tekelci aşamaya gelen Türkiye’nin Osmanlı dönemindeki emperyalist politikadan sonraki ilk emperyalist pratiğidir. 1974 yılındaki bu pratiği alt emperyalist bir konuma ulaştığı görülmektedir. TC son 55 yıldır hem ABD’nin stratejik müttefiğidir , hem de İsrail’in stratejik müttefiğidir. İsrail’i tanıyan ilk Müslüman ülkedir. İsrail’le stratejik müttefiklik ilişkisini önce ordu imzalamış ve yine ordu tarafından baskıyla en çok karşı olan Erbakan hükümetine imzalatılmıştır. Bu olgular temelinde Türk devletinin tarihi bir taraftan sömürgecilik ve emperyalistlik tarihidir, diğer taraftan zayıf düştüğü dönemlerde ise emperyalizme partnerlik ve işbirlikçilik tarihidir. Türklerin bunun dışında bir tarihi bulunmamaktadır. Türkiye illegal komünist veya sosyalist hareketinin tarihi ise bugüne kadar 53 tane çizgi içerisinde birkaç kişiden oluşan marjinal üç grupçuk bir tarafa bırakılırsa, devletin kendisi olan ordularına işbirlikçilik ve yerel ulusal pazarın milliyetçi hezeyanlarla, lafazanlıklarla korumaya dayanan işbirlikçilik tarihidir. Kiminde ırkçılık , kiminde sosyal şövenlik, kimisinde ise makro milliyetçilik çerçevesinde geçen, yönetenleri olan orduya işbirlikçilik tarihidir. Bu çerçevede bu türden solculuk kendisini ne kadar anti emperyalist lafazanlıklarla sunarsa sunsun ordusuyla kurduğu bağlar çerçevesinde yerel pazarın bir savunucusu olarak birer yerel kapitalist ve ikinci koldan emperyalizmin işbirlikçisi durumundadır. Bu karakteri yanında birkaç kişiye dayanan marjinal yapıları ve pratik mücadeleden yoksun olmalarına rağmen 150 yıldır ulusal kurtuluşu için mücadele eden Kürt ulusunun yok olma evresine girdiği bu süreçte hala kurtuluşunu bunların müttefiklik ilişkisine dayandırması, hiçbir uluslar arası ittifak ve diplomatik ilişkiye girmemesi devrimci bir değer taşımadığı gibi , aptalca olur.
Demokratik Cumhuriyetçi PKK ve Apo’nun ordunun birer işbirlikçisi olarak Kürt ulusuna dayattıkları bu çizgidir. Yani sonuçsuz ve ittifaksız şekilde var olan statükonun rütuşlanarak yeniden devamına dayanan bir konsept içinde tüketilmektir. Bu nedenle Kürdistan ve Belucistan ulusları yer altı yer üstü zenginliklerinin devredilmezliğine dayanan bir çizgi temelinde kendi bağımsız devletlerini kurmalarına saygılı olacak her emperyalist ve kapitalist devletle konjüktüre göre ittifaklık ilişkisi ve diplomatik temaslar kurmalıdır. Dünyadaki bütün devletler kapitalist devlettir ve emperyalist sistemle bağıntılıdır. Sömürgeci devletlerin iç ittifağı yanında çevre kapitalist devletler ve diğer bir emperyalist blokla ittifağına karşı mazlum halklara ya statükoyu kabul etme ya da hiçbir diplomatik ilişkiye girmeksizin kafasını giyotine uzatma politikası önerilemez.
Bizim bu konjüktürde girilecek ittifak ve diplomatik temaslara girilmesi gerektiği hususundaki görüşümüzün çerçevesi bağımsız Kürdistan’ın kuruluşuna saygılı kalınması dört parçada var olan statükonun parçalanmasının kabulüdür. Hangi emperyalist ve kapitalist devlet bağımsız Kürdistan’ın kuruluşuna bu çerçevede saygılı kalırsa, Kürdistan petrol ve doğalgazından iç tüketim fazlasını kendilerine satarız. Diğer emperyalist ve kapitalist devletlere satmayız. Bağımsız Kürdistan’ın kuruluşuna ve statükonun parçalanmasına yardımcı olacak devletler, ülkemiz Kürdistan’da sadece fabrika ve işletme açabilir. Bu fabrika ve işletmeler elbette kendilerine bir yarar sağlayacaktır. Ancak Kürdistan ekonomisi açısından teknoloji transferine imkan vereceği ve işsizlik karşısında da istihdamı sağlayacağı da kesindir. Biz Kürdistan’da yabancılara toprak satışını kabul edemeyiz. Yeraltı yer üstü zenginliklerin uzun vadelerle işletilmesini ya da petrol ve doğalgaz sahalarında yapılacak aramalar ve çıkarma karşılığında petrolün büyük bölümünün uluslar arası tekellere verilmesini kabul edemeyiz. Artık Kürdistan’ın sanayisini şu anda koşullar el verdiği için Güney Kürdistan’da kurmaya başlamalıdır. Kibrit bile dahil her türlü şeyi çevredeki devletlerden satın alan Kürdistan’ın kendi sanayisini kuramadığı için birer yeni sömürgeye dönüşeceği tartışmasızdır. Araplar gibi petrol ve doğalgaz zenginliği çerçevesinde hiç çalışmadan tembelce yaşamak ve ithal etmek, 40 yıl sonra Kürdistan’da ve dünyada petrol bittiğinde , sanayisi ve teknolojisi olmayan bir halk olarak Ruslar gibi dışarıya nataşa ihraç eder duruma gelmemek için bu zorunludur.
Mezopotamya ve Kürdistan kültür ve uygarlığı çerçevesindeki doğu ahlakı elbette güçlüdür. Ancak sanayisini ve istihdamını sağlayamamış toplumlar yer altı yerüstü zenginlikleri açısından varlıklı olsalar da bunlar tükendiğinde belli bir yerden sonra kültürden kaynaklanan ahlak da çözülüş sürecine girebilecektir. Bunların yanında İsrail’in (Yahudilerin) tarihsel bir özelliğine dikkat etmek zorundayız. İbraniler ( Yahudiler ), gerek geçmiş tarihte , gerekse günümüzde büyük sermaye güçleri ve örgütlü siyasi çizgileriyle devlet yönetimlerinin altına yerleşerek hem milliyetçiliklerini yürütmekte , hem de esasen bu tür devletleri kendileri yönetmektedir. Türkiye böyle bir devlettir. İttihat-ı Terakki’nin kuruluşundan bu yana bu şekildedir.
Biz Kürdistan’da İbranilere ya da başka milliyetlere bu tür bir olanağı veremeyiz. Bu tür bir yaklaşımı olanlarla biz Kürdistan’lı yurtsever devrimciler gücümüzün en son noktasına kadar çatışırız. Sadece bunlarla değil , bunların işbirlikçisi durumuna gelenlerle de çatışırız. Diğer bir husus Siyonizm gericilik ve ırkçılıktır. Siyonizm Kürdistan topraklarının küçük bir kısmına dahi dayatıldığında , bize rahat vermeyen hiç kimseyi rahat yaşatmadığımız gibi , bunları da rahat yaşatamayız. Bu paragrafta izah ettiğimiz çerçevede ABD ve İsrail’le de Kürtlerin var olan konjüktürde ittifak kurma koşulları ortaya çıkmaktadır. İttifak kurma koşul ve çerçevesi bunun dışında olamaz. Bu çerçevede bağımsız Kürdistan’ın ilanına ve statükonun değişmesine saygı duyup yardımcı oluyorlarsa , İsrail ve Filistin devletlerinin birbirlerini tanımasına 67 sınırlarına çekilerek Kudüs’ün doğusunun Filistin’e, batısının ise İsrail’e verilmesine ilişkin bir çözüm desteklenmeli ve Kürdistan İsrail’i tanımalıdır. Filistin ve İsrail sorununda bu çerçeve dışında ulaşılabilecek anlamlı ve devrimci bir çözüm bulunmamaktadır. 50 yıl daha savaşsalar dahi sonuç itibarıyla gelecekleri nokta belirttiğimiz çerçevede bir çözüm olacaktır. Bu çerçevede 2 devlet önümüzdeki süreçte ortaya çıkacaktır. Gerek İbranilerin , gerekse Filistin’li Arapların akraba milletler olarak bugünkü topraklarında 4000 yıla yakın bir geçmiş tarihleri mevcuttur. Gerek Filistin halkının, gerekse İsrail halkının kendi kafalarını sokacakları bir evlerinin , yani devletlerinin bulunmasına hakları vardır. Siyonizm kadar İsrail’i haritadan silmeye ve soykırım uygulamaya dayanan anti - semitik İran-Arap yaklaşımı da gerici ve ırkçıdır. İbrani tarihi incelendiğinde üç büyük soykırım yaşadıkları görülmektedir. Babil’in uyguladığı soykırım , Roma’nın uyguladığı soykırım ve Hitler Almanya’sının uyguladığı soykırımdır. Yahudiler bu dehşetengiz soykırım süreçlerinden geçirilerek her defasında bir taraftan toplu imha , diğer taraftan sürülme olgusuyla karşı karşıya bırakılarak vatansızlaştırılmış olsa da 2.Dünya savaşından sonra Yahudi sermayesinin dünyadaki yönetim aygıtını belirlemesi sayesinde kurulmuş bir devlettir. Bu çerçevede kurulmuş olsa da Yahudilerin de bir ulusal devlete sahip olma hakları vardır. Herhangi bir soykırım ve tehdide uğramadan ve uygulamadan yaşama hakları bulunmaktadır.
Bağımsız Kürdistan’ın ilanına saygıyla yaklaşıp destekleyecek İsrail’in bu hakkını da Kürdistan savunabilir. Gerek babil soykırımı, gerekse Roma soykırımı süreçlerinden kurtulanlar Kürdistan’a ( Med İmparatorluğuna ) sığınmıştır. O tarihlerde de biz Kürtlerin ataları mazlum durumda olan o günkü İbranilere ( Yahudilere ) dostça ve insani temelde kapılarını açmış ve İbraniler, Kürtlerin Zerdüştlük ( Zerdeşti ) dininin hoşgörülü ve iyiliksever özelliklerinden bu çerçevede yararlanmıştır. Hz. İbrahim ve Hz. Musa ile çocuklarının birer Kürt olarak altyapı anlamında Mezopotamya’nın sosyo ekonomik gelişmişliği ve üst yapı anlamında Zerdüştlüğün değerlerini götürerek , Yahudiliği bu etki altında kalmak üzere İbrani toplumunun o günkü koşulları çerçevesinde oluşturdukları da bilinmektedir. Kürtlerin, İbranilere tarihsel anlamdaki bu tür büyük katkılarına rağmen , İsrail devletinin bu güne kadar her süreçte Kürtlere karşı nankör davrandığı ve utanmazca bir tutum içerisinde olduğu da sır değildir.
İsrail devletnin nankör ve utanmaz tutumu ; Kürt ve Kürdistan’ın ret ve imhasına dayanan çizgi ve pratiğin sahibi Türk devletinin stratejik müttefiki olarak , Kürdistan’ın bağımsızlaşmasına karşı çalışmalarıdır. Saddam Halepçe soykırımını gerçekleştirdiğinde dahi , bu İsrail devletinin insani bir tepkisi olmamıştır. Nankör ve utanmaz bu tutumlar yanında , bunların zeki olduğu söylenmekle birlikte , bugüne kadar gerçekleşen Kürdistan siyasetleri, aynı zamanda devlet olarak , aptal olduklarını da göstermektedir. İran ve Arap devletlerinin Kürdistan’ı sömürgeleştirip zulüm uygulamaları nedeniyle var olan Kürt karşıtlıkları yanında , aynı zamanda İbrani ( Yahudilere de ) karşıtlıkları da mevcuttur. Belirttiğimiz çerçevede Kürtlerle bir ittifaklık politikasına yönelmeyen İsrail devleti ahmaktır. Ortaya koyduğumuz çerçevede Kürtlerle bir ittifak politikasına yönelmemeleri halinde, kendi topraklarında yaşamaları dahi zor olacaktır.
Her ittifakın bir çerçevesi ve kaideleri olur. Kürdistan’ın kuracağı ittifakın kaide ve çerçevesi bu şekilde olmalıdır. Aynı zamanda her ittifak hangi nitelikte kurulursa kurulsun ister istemez bir yere kadardır. Her ittifakın bir gün değişen ve dönüşen çıkarlar nedeniyle ortadan kalkacağı bilinerek Kürdistan’ın bu konjüktürdeki ittifak ilişkisi saptanmak zorundadır. Uluslar arası siyaset ulusal ve devletsel çıkarın kalp vurumuna göre yapılır. İttifaklar da bu ulusal ve devletsel çıkara göre değişik zaman ve aşamalarda yeniden saptanır. Kendini bir devletin siyasetine ve kollarına bırakmak ittifak ilişkisi değil, işbirlikçiliktir, gericiliktir. Kürdistan’ın devredilmezleri kart ve kozlarını kaideleriyle birlikte ortaya koyarak ittifak kurulabilir. Bağımsız Kürdistan’ın ilanına ve yer altı yerüstü zenginliklerini kimseye peşkeş çekmemeye dayanan politik çizgisi , ABD - İngiltere - İsrail tarafından da olsa , Şengay devletleri veya Avrupa devletleri tarafından da olsa kabul edilmediği takdirde , kabul etmeyen her odağa karşı peşmergenin devreye sokulacağı ve karşıtlarıyla ittifak ilişkisi geliştirileceği hatırlatılmalıdır. 2400 yıldır aralıksız şekilde soykırıma uğrayan, her aşamada katilleri değişmekle birlikte yaşadıkları süreç değişmeyen Kürt ulusuna bağımsızlık içinde rahat yaşama hakkını layık görmeyen her devlete karşı tutum bu olmalıdır. Peşmergeler bir günde dahi çevredeki bütün enerji hatlarını işlemez kılabilir. Kürdistan coğrafyası , deneyim ve örgütlükleri çerçevesinde hiç kimseye rahat yüzü ve istikrar göstermeyecek şekilde kaosu da derinleştirebilir. İşte Kürdistan halkına bağımsız ve rahat yaşamama hakkını layık görmeyecek Şengay devletlerine veya AB’ye ya da bu tutuma girecek ABD’ye yaklaşımın bu şekilde geliştirilebileceği anlatılmalıdır.
Güney Kürdistan’daki kazanımları ve Güney Kürdistan hükümetinin lideri Berzani’yi bu çerçevede ve yüzü bağımsızlığa dönük olduğundan dolayı destekliyoruz. Ancak verdiğimiz destek kimi Kürt aydın ve siyasetçilerine benzer şekilde kayıtsız şartsız , gözü kapalı ve ezberden olumlamaya dönük bir destek türü değildir. Verdiğimiz destek eleştiri hakkını saklı tutan , kullanan kayıtlı şartlı bir destektir. Talabani ve Berzani bağımsızlık hedefine dönük yüzlerini geriye çevirdiklerinde ve yukarıda belirttiğimiz ittifak politikası dışında bir tutum içerisine girdiklerinde işbirlikçi Demokratik Cumhuriyetçi PKK ve Apo’ya yönelik yaklaşımımızı onlara da yönelteceğimiz unutulmamalıdır. Yurtsever devrimci Kürdistan kadroları için herhangi bir örgüt , aile ya da şahıs önemli değildir. Kim bağımsızlık çizgisine hizmet ediyorsa, hizmet ettiği sürece önemlidir.
Hizmet etmedikleri sürece ; örgütleri , aileleri ve şahıslarının çıkarına dayanan konumlanış ve ilişkileri baz alınmayacak, saldırıya uğrayacaklardır. Bizim saldırılarımız entelektüel ve ideolojik politik saldırı çerçevesindedir.
Kenefon’un Latincesiyle Anabasis adlı eserinde Kardokhia olarak yazdığı Kürdistan’da Makedon kralı İskender’in birliklerine karşı dağdan ovaya doğru Kürtlerin gerçekleştirdiği vur kaç eylemleri ilk gerilla savaşıdır. Buradan gerilla savaşını yaklaşık 2400 yıllık dünya tarihi içerisinde çeşitli yerlerde ve çeşitli aralıklarla ortaya çıktığını ve hiç yenilmediğini biliyoruz. Savaş teorisinde peşmerge savaşı düzen dışı savaş, asimetrik savaş ya da peşmerge savaşı şeklinde de tanımlanmaktadır. İsrail’in içinde bulunduğumuz bu süreçte Lübnan’a saldırması sonrasında fundamantalist bir örgüt dahi olsa Hizbullah’ın gerçekleştirdiği savaş, işte bu düzen dışı ( asimetrik ) savaştır. İsrail bölgede en üstün askeri teknolojiye sahiptir. Bununla birlikte Hizbullah’a karşı başarısız olduklarını kabullenmişlerdir. Buna karşın geçmişteki bütün Arap İsrail savaşlarında bir avuç kadar olan İsrail’in bütün Arap devletlerinin savaştaki ordularını bariz şekilde yenilgiye uğrattığı bilinmektedir. Bugün de düzenli ordulara sahip Arap devletleri İsrail’e diş geçirecek durumda değildir. Bu olgular, üstün bir teknoloji ve güce sahip olmayan Kürdistan halkının koşullarını, peşmerge savaşına uygun coğrafyasını ve dört tarafını kuşatan devletler ile güncelleşen bölgesel ve uluslararası savaşı nazara alarak düzen dışı savaş ordusu kurmasının ivedi bir ihtiyaç olduğunu ortaya koymaktadır. Elbette Berzani’nin düzenli bir Kürdistan ordusunun kurulması gerektiğine dayanan düşünceleri doğrudur. En az 500 bin kişilik düzenli bir ordu kurulmalıdır. Ancak düzenli orduya bağlı olmak üzere mutlak anlamda düzen dışı savaşa ( asimetrik savaşa ) göre örgütlenip yaşayan ve düzenli orduya bağlı olan bir ordu da kurulmalıdır.
Güney ve Doğu Kürdistan’da var olan Kürt peşmergeleri evli oldukları için çocuğa , aileye ve toprağa bağımlı bir yön taşımaktadır. Ayrıca uzun süredir savaşmamaktan kaynaklanan önemli bir bölümleri düzen dışı savaş koşullarına göre yaşlı bir konuma gelmiştir. Kilo alanları da çoktur. Bunlar hareket etme kabiliyetini ortadan kaldıran unsurlarıdır. Bu nedenle Güney ve Doğu Kürdistan’da çok büyük birer düzen dışı peşmerge ordusu kurulmalı, kilolu ve yaşlı peşmergeler ivedilikle diğer bir kurumda çalıştırılmalı veya eğitim verme süreciyle sınırlı bir görevleri olmalıdır. Kimisinin emekli edilmesi gerekmektedir. Bu çerçevede 18 ile 28 yaşları arasındaki gençlerden oluşan bekar bir peşmerge gücü oluşturulmalı ve asgari olarak 35 yaşına kadar evlenmemeleri kaide haline getirilmelidir. Bu peşmerge gücü küçük gruplar şeklinde Güney ve Doğu Kürdistan’ın coğrafyasına yayılmalıdır.
Abdullah Öcalan aracılığıyla Türk ordusunun denetiminde bulunan PKK’nın bugüne kadar ittifak içerisinde olduğu İran’a karşı silah patlatması , bu devlete karşı savaşma ihtiyacından kaynaklanmamıştır. Bir af karşılığında Türk devletine teslim olma çağrıları yapan PKK’nın İran’a karşı savaş gibi bir amaç ve programı yoktu. Türk devletinin bütün çağrılarına rağmen ABD PKK’ya saldırmamıştır. ABD’nin PKK’ya saldırması halinde düşmanlarını fazlalaştıracağını ve Ortadoğu’nun hiçbir yerinde istikrar sağlayamayacağını öngörmektedir. İran PKK’yı barındıran ve istihbaratıyla kullanan bir devlet olmasına rağmen son süreçte , PKK’nın kadın örgütü olan PJAK’a saldırmıştır. Aynı zamanda Türkiye’yle birlikte Kandil’deki PKK kamplarını bombalamaktadırlar. Bu durum PKK’yı İran’a karşı eylem yapmaya iten bir faktör olmuştur. Öte yandan İran’ın sömürgesi durumunda olan Doğu Kürdistan ve Suriye’nin sömürgesi durumunda olan Batı Kürdistan halkı toplumsal mücadele açısından sinerji ve enerji birikimine ulaşmıştır. Toplumsal mücadelede sinerji ve enerji birikimine ulaşan bir halk içinde psiko-sosyal açıdan düşünüldüğünde ağırlaşan zulme karşı kurtuluş için olduğu söylemi ile ilk kurşunu hangi eğilim patlatırsa patlatsın , tabanı önemli ölçüde alacaktır. Hatta diğer eğilimlerin 50 yıllık tabanından da alabilecektir. Orada bir örgüt durumunda değilken esaslı bir güç durumuna gelecektir. En küçük örgütken bu sayede en büyük örgüte dönüşme imkanı bile vardır. Bu eşitsiz gelişme yasasına uygundur. Zulme karşı kurtuluş için denildikten sonra ilk tak sesine kitlelerin yöneleceği Kuzey Kürdistan’da 80 sonrasındaki süreçle de görülmüştür. Diğer eğilimler daha büyükken yok olmayla karşı karşıya kalarak tabanlarını dahi yitirmişlerdir. Kitlelerin psikolojik ve sosyolojik durumu analiz edildiğinde kendi iç tepkilerine yanıt veren ilk eyleme yöneldikleri , amacını ideolojik politik hakkını pek de sorgulamadıkları aşikardır. Kaldı ki bu tak sesini İran’ın sömürgesi durumundaki Doğu Kürdistan’da çıkartmaya PJAK oradaki halkın özlemlerinin söylemini de teorik ve taktik düzeyde söylem düzeyinde kullanmaktadır. Bu yol ve süreçle Doğu Kürdistan’daki taban da büyük bölümüyle Apo ve PKK’nın ve Apo aracılığıyla da Türk ordusunun denetim ve yönlendirmesi altına sokulabilecektir. Bu nedenle Doğu Kürdistan’daki büyük ve köklü örgütler olan KDP , Komala ve Yektiyan Şorejgeran gibi Kürt partilerinin daha fazla gecikmeksizin peşmergelerini ve 80 bin civarındaki milislerini işletmeye başlamamaları halinde tabanı kaptıracaklardır. Tabanı kaptırmak aynı zamanda kontrol ve denetimi başkalarına kaptırmadır.
Öte yandan Doğu Kürdistan’daki İ - KDP , Komala ve Yektiyan Şorejgeran örgütlerinin Ortadoğu’da merkezileşen güçlerine karşı hareket kabiliyeti , koordinasyon , hız ve daha büyük örgütlü güç olmak açısından bir partide ya da Doğu Kürdistan kongresinde birleşerek birlik örgütü yaratmaları ivedi bir ihtiyaçtır. Yine Türkiye’nin , İran’ın sömürgesi durumunda bulunan Doğu Azeristan’daki Azerileri kullanarak , öncelikle Ürmiye ve Kirmanşah şehirleri üzerine saldırtarak istikrarsızlık ve işgal alanı oluşturmasına karşı gerekli önlemler ivedi olarak alınmalıdır. Güney Kürdistan’daki YNK ( Talabani ) ve KDP ( Berzani ) hükümetlerinin birleşmesi merkezi bir güç olmak ve devletleşmek açısından atılmış önemli bir adımdır. KDP , YNK ve PİK’in de tek partide birleşmesi ve bu olanaklı olamıyorsa Güney Kürdistan kongre örgütü oluşturmaları ivedi bir ihtiyaçtır. Aynı şekilde Suriye’nin sömürgesi durumunda olan Batı Kürdistan’daki Kürt ulusal hareketini oluşturan grup ve partiler 20 civarınadır. Bu parçadaki Kürt nüfusu ise 3 milyondur. Diğer parçalara nazaran buradaki coğrafya ise düzlüktür.
Batı Kürdistan’daki örgütlerin çoğunun yeni olması nedeniyle siyasi mücadele pratik ve tecrübeleri de sınırlıdır. Bu açıdan tek partide ya da Batı Kürdistan kongresinde ivedi olarak birleşmeleri gerekir. Aksi takdirde güç alabilmeleri ve ihtiyaç dahilindeki merkezi kararları kitle dayanaklarına kavuşturarak yaşam pratiğine sokmaları olanaklı olmadığı gibi , istenen sonucu da alamayacaklardır. Bu süreçte çok fazla ideolojik kıstas öne çıkarılmaksızın Kürdistan ulusal ve siyasal mücadele paradigmasının (konseptinin) vazgeçilmez ve devredilmez unsurları olarak ülke , ulus ve siyasal iktidar üçlüsü ortak payda şeklinde tespit edilerek , bu çerçevede birleşmelidir. Programların farklılığı nedeniyle aynı partide birleşme imkanı yoksa, dağınıklığı ortadan kaldırmak açısından federasyonu isteyenler bir partide ve buna karşın bağımsızlık çizgisine sahip olanlar diğer bir partide de örgütlenebilir. Sonuçta bunlar bir batı Kürdistan kongresinde merkezileşebilir. Ayrıca batı Kürdistan hareketinin nüfusun 3 milyon olması nedeniyle bağımsızlık hakkını savunmama gibi bir hataya düşüp federalizm çerçevesinde kalmamalıdır. Dünyada pek çok devlet 50 bin 100 bin 200 bin 400 bin 600 bin veya 800 binlik nüfuslara sahiptir. Kuzey Kürdistan’da ise Demokratik Cumhuriyetçilerin işbirlikçileşmesi en ağır tahribatlara ve dezavantajlara yol açmıştır.
Diğer Kürt eğilimlerinin marjinal ve mülteci düzeyinde misyonunu tamamlamış olmaları buradaki Kürt halkının alternatifsiz ve siyasetsiz hale getirmiştir. Bu süreçte uluslar arası koşul, denge ve çelişkiler her parçada Kürtlerin bağımsız devletlerini kurmaları açısından en uygun noktadadır. Bundan ustaca yararlanmak gereklidir. Siyaset güç üzerinden yapılır. Bu nedenle daha merkezi bir güç açısından , bütün Kürdistan’ın birleşme zemini olabilecek ve bugün açısından ise ortak hukuk karar , mekanizma ile sevk ve idare örgütü şeklinde işlev görecek, Kürdistan Ulusal Kongresine ihtiyaç bulunmaktadır. Bu kongre dört parçada siyasal iktidar isteyen bütün parçaların kongrelerine, parti, grup ve yurtsever şahsiyetlere açık olacağı gibi, dünyanın diğer ülkelerindeki Kürtlerin temsilcilerini de içermelidir. Bugünkü koşullarda Avrupa’nın herhangi bir ülkesi bu nitelikteki bir kongreye zemin olarak seçilebilir. İleride koşullar değiştiğinde, kongre merkezi Kürdistan’a taşınır. Bu kongrenin merkezini yurt dışında oluşturmanın nedeni, rahat çalışması, muhatap olması ve sömürgeci devletlerin toplu saldırısına uğramamasıdır. Ulus mücadelesi bütün sınıf ve katmanların katılımını gerektiren toplumsal seferberlik halidir. Bu çerçevede bir birlik oluşturmalıdır. Birlik kurtuluşun arifesi ve ön şartıdır. Aksi takdirde güç olunamaz. Güç olmadan anlamlı politika ve sonuçlar alınamayacağı gibi muhatapta olunamaz. Bu nedenlerle liberal sosyalist demokrat milliyetçi dindar olmak üzere , hangi siyasi görüş ve hangi sınıftan ve kesimden ( işçi, köylü, burjuva, feodal, esnaf, aydın ) olunursa olunsun, ülke ulus siyasal iktidar üçlüsü temelindeki devredilmezleri ve ulusal konsepti kabul eden her Kürdistanlı kongrenin doğal üyesi olarak kabul edilmelidir. Bu yaklaşım çerçevesinde örgütlenmelidir. Medreseli dindar aydınları, Ezidi, Alevi ve Hıristiyan dinsel gruplarına ait temsilcilerinin de kongre yapılanmasında temsil edilmesi gerekir. En önemlisi Kürdistan halkının Ortadoğu’daki en önemli dış müttefiğinin Belucistan olduğu esas alınarak Beluci halkıyla ivedi olarak stratejik müttefiklik ilişkisi kurulmalıdır. Bunun yanında Kürdistan’ın dört parçasında Kürt halkıyla 5000 yıla yakın bir süredir yaşam ortaklığı olan ve Kürtler gibi soykırımlara uğrayan Kürdistan’daki Asuri ve Ermenilerin ayrı bir Kürdistan’lı milliyet olarak temsilcileriyle birlikte kongrede temsilleri sağlanmalı ve Kürdistan birliği bu çerçevede kurulmalıdır. Sömürgeci devletlerin Kürdistan topraklarına işgal ve sömürgecilikten sonra taşırdıkları kendi nüfusları her zaman kullanıma açıktır. Bunlar Kürdistan ulusal kurtuluş hareketine herhangi bir destek vermemektedir.
TC’nin Yunanistan’a yaptığı gibi bir nüfus mübadelesi yapılması ya da nüfus mübadelesi çerçevesinde yer değiştirmek istemeyenlerin azınlık hakları verilerek Kürdistan vatandaşı olarak özgürce yaşamaları sağlanır. Kürdistan ulusal kurtuluş mücadelesi ulusal hakları çerçevesinde ulusal devret kurmaya dönük olduğundan herhangi bir dinin argümanlarına yer verilemez . Devlet kurumsallaşması içerisinde hiçbir dinsel kuruma yer vermeden ve saiyal iktidar bütün dinlere eşit mesafede durarak , resmiyet dışı alanda her din ve inancın kendini özgürce yaşamasının sağlanması esas alınmalıdır.
Güney Kürdistan hükümetinin Kerkük üzerindeki hassasiyeti ve devredilmez değerler arasına koyması doğru politikadır. Dünyadaki bütün petrolün %10’u Kürdistan şehri olan Kerkük’te ( Babe Gurgur ) bulunmaktadır. Yere yakın ve en kaliteli petrol durumundadır. Kürt ulusu ülkesinin yer altı yerüstü zenginlikleri açısından en zengin şehirleri olan Kerkük’ü, Kirmanşah’ı ( altın rezervi açısından en zengin alandır ) ve Ürmiye’yi başkalarına terk edip dağlık alanlarla kendini sınırlayamaz. Bunun yanında Güney Kürdistan hükümetinin ivedi görevlerinden bir tanesi Güney Kürdistan ile batı Kürdistan arasında sınır teşkile eden Kürdistan şehri Talahfer’in tam olarak denetim ve kontrol altına alınmasıdır. Talahfer’de tam anlamıyla bir denetim ve kontrol mekanizması kurulmaksızın , sömürgeci devlet Suriye’nin çözülüş sürecine girmesiyle birlikte , Batı Kürdistan ve Güney Kürdistan’ın birleşmesi olanaklı olmayacaktır. Talahfer bu nedenle denetim ve kontrol altına alınmalı ve Suriye rejimi çözülür çözülmez Güney Kürdistan ile Batı Kürdistan birleştirilerek bağımsız Kürdistan ilkin iki parçada da olsa ilan edilmelidir. Batı Kürdistan’ın Afirim ve Kubani şehirlerinin hemen arkasındaki Akdeniz’e uzanan sınırlarımız gözetildiğinde bu alan dünyaya açılmaya olanak verebilecek ilk kapı niteliğindedir. Dünyaya açılma, ithalat ve ihracat yapma ve kuşatma altında olmamak açısından bu hayati derecede önemlidir.
2007 yılında Kerkük’teki büyük Kürt nüfusu gözetildiğinde referandumla bu şehrin Güney Kürdistan hükümetine katılacağı öngörülebilmektedir. Kerkük güney Kürdistan hükümetine resmen katıldıktan sonra bağımsızlığa dönük çizgiyi daha da gündemleştirmek gereklidir. Batı Kürdistan’dan önce Doğu Kürdistan’ın sömürgeci statükodan kopması durumunda Güney ile Doğu birleştirilerek, bu şekliyle de olsa bağımsız Kürdistan’ın ilanına gidilmelidir.
İsrail’in Lübnan’a saldırısı pratikleşen bölgesel savaştır. İsrail’in Lübnan’a saldırısının amacı buradaki Hizbullah ve diğer örgütlere büyük kayıp verdirerek, iradelerini kırmak ve savaşamaz duruma sokmaktır. Aynı zamanda savaş sonrasında Lübnan ile Suriye arasına uluslar arası askeri güç konumlandırarak, Suriye’deki Şiilerle Lübnan Şiileri ve diğer Şiiler arasında ya da Araplar arasında güç alışverişini kesmektir. Lübnan bu şekilde denetim altına alınırken, Suriye kuşatılmaktadır. Bu durum ABD’nin stratejisi çerçevesinde geliştirilmiştir. Irak’ta Saddam yönetiminin çözülüşünden sonra nüfusunun %60’ına yakına Şii olduğundan, İran’da iktidarda bulunan Şiilik yanında Ortadoğu’nun diğer ülkelerindeki Suriye, Suudi Arabistan ve Lübnan Şiileriyle birlikte bir Şii kuşağı ve gücü ortaya çıktı. İran bunlar üzerinde etkilidir, kendi politikası çerçevesinde Suriye ile birlikte yönlendirmeye çalışmaktadır. Bu devletlerle birlikte Türkiye’de aynı çerçevede Şiileri yönlendirmeye çalışmaktadır.
İran ve Suriye, ABD önderlikli uluslar arası gücün güncel ve pratik hedefleri arasındadır. Suriye’ye yapacağı bir müdahalede kısa sürede istediği sonucu alacağı kesindir. Suriye’nin bütün ekonomisi batı Kürdistan’dan çıkarılan ve ihraç edilerek Baas Partisi yöneticileri arasında bölüşülen petrolle sınırlıdır. Herhangi bir ekonomik ve askeri gücü olmadığı gibi coğrafyası da düzlüktür. Askeri açıdan olabildikçe zayıf ve disiplinsizdir. Öte yandan köklü bir devlet geleneği yoktur. Yönetim sadece %10 oranındaki Alevileri içermektedir. Diğer milliyetler ve toplumsal gruplar bütünüyle dıştalanmış olduğundan, Baas totalizmi altındaki halklar ve gruplar mevcut yönetimi istememektedir. Kürtler, Asuriler ( Keldani, Süryani, Nasturi ), Ermeniler, Şiiler, Şemoliler, Mürşüdiler, Dürzüler devlet yönetimine alınmayan halklar ve gruplardır. Devlet başkan yardımcılarından Suni Haddam’ın ve Suni genel kurmay başkanının Besar Esat yönetimi tarafından tasfiye edilmesiyle birlikte, suniler de yönetimde bulunmamaktadır. Baas yönetimi hafız Esat ile çocuklarının fotoğraflarının köy ve şehir girişlerine, işyerlerine ve hatta otomobillerinin üzerine astırmakla birlikte, yoksulluk ve baskı altında inleyen yönetimde temsil edilmeyen Suriye’deki insan nüfusunun desteğine sahip değillerdir. Bir anlamda içi boşalmış bir ceviz kabuğu durumundadır. Petrol gelirlerini kendi aralında bölüşen Baasçılar Avrupa ülkelerindeki çeşitli bankalara paralarını yatırarak, kaçma hazırlığı içerisindedir. ABD’nin gerçekleştireceği hava ve kara savaşı Suriye’de bir hafta gibi kısa bir sürede yönetimin çözülüşüyle birlikte sonuçlanacaktır. ABD, müttefikleriyle birlikte Suriye’ye saldırmasa dahi, analiz ettiğimiz nedenlerle halkların iç ayaklanması çerçevesinde de rejim düşürülecek ve statüko değişme sürecine girecektir. İlk etapta federal bir biçimde de olsa batı Kürdistan hükümeti kurulabilir. Bu tür bir adım esasen bağımsızlığa gidişe kapı aralar.
İran, dağlık ve sıkı bir coğrafyaya sahip olduğu gibi tarihsel anlamda köklü bir devlet geleneğine, önemli bir askeri güce ve Suriye’ye nazaran gelişmiş bir ekonomiye sahiptir. Ayrıca Şii bir devlet olması ve Müslümanlar üzerinde bir etkiye sahip olması ile Irak’ta Şiilerin iktidara gelmesi, Lübnan’da Hizbullah’ın ve Şiilerin güçlenmesi yine Suriye ve Suudi Arabistan gibi çeşitli ülkelerde Şiilerin bulunması yanında fundamantalist örgütleri düzen dışı savaşa yönlendirebilme kapasitesi de önemli avantajları arasındadır. İran, Filistin’de yönetime gelen Hamas’ı yanına alıp kullanırken aynı zamanda Hizbullah’ı ve El Kaide’yid ahi denetimi altında sevk ve idare edebilecek durumdadır. Suriye’ye nazaran bu tür avantajları olmakla birlikte, çözülüşüne yol açacak ağır dezavantajları da mevcuttur. İran, Suriye’ye nazaran daha fazla etnik grup din ve meshepleri barındıran bir devlet yapılanmasıdır. Nüfusun çoğunluğunu 25 milyon ile Azeriler oluşturmaktadır. Azerileri 20 milyonla Farisiler, 15 milyonla Doğu Kürdistan Kürtleri , 7 - 8 milyonla Beluciler ve 6 milyonla Kuzistan Arapları izlemektedir. Ayrıca küçük bir nüfusla da olsa Asuri ( Nasturi , Süryani, Keldani ), Ermeni, Peştun, Türkmen vs gibi çok sayıda ulusal azınlık bulunmaktadır. Farisiler hariç diğer milliyetler devlet yönetiminde bulunmamakta ve herhangi bir siyasal haka sahip olamamaktadır. Diğer halkların televizyonları ve çocuklarına kendi anadillerinde eğitim verebilecekleri okulları dahi bulunmamaktadır. Ağır bir fundamantalist rejim altında inletilen bu halklar, yoksulluğa da mecbur bırakılmıştır. İran’ın denetimi altında tuttuğu petrol, doğalgaz ve altın rezervi yönetim sınıfı olan mollalar tarafından bölüşüldüğünden bu sınıf olabildikçe zenginleşirken halk kesimleri daha da yoksullaşmaktadır. Öte yandan bilgisayar teknolojisi çerçevesinde dünya küçüldüğünden bu halklar ile Farisi gençlik ve kadınlar dünyayı izleyebilmektedir. Artık Farisi gençlik ve kadınlar dahi bu baskı , zulüm ve gericilik sistemi altında yaşamak istememektedir. Farisi bir genç de bir kız arkadaşıyla rahatça diyalog kurup gezebilmeyi istemektedir. Yaklaşık 100 yıldır İran’a karşı doğu Kürdistan Kürtleri çeşitli ayaklanmalar çıkararak siyasal mücadelede bir deneyim ve örgütlüğe sahiptir.
Kürtlerin yanında, Azerilerin, Belucilerin ve Kuzistan Araplarının da kendi siyasal örgütlerini oluşturarak ; Asgari düzeyi federasyon, azami düzeyi bağımsızlık olan bir çerçeve içinde mücadele etme süreçlerine yöneldiği görülmektedir. Bunlar İran devletiyle rejiminin en büyük handikaplarıdır. Ayrıca İran’daki molla rejiminin ve dolayısıyla İran devletinin uluslar arası ittifakları da bu aşamada güçlü değildir. Ağır bir siyasi baskı altınadır. Rusya ve Çin’in Birleşmiş Milletler güvenlik konseyindeki engellemeleri olmasaydı daha ağır yaptırımlar bir yıl önce devreye girebilecekti. Bu nedenlerle İran’da esasen içi boşalmış ve kabuktan ibaret kalmış bir ceviz niteliğindedir. Gelinen bu koşullar karşısında ABD’nin herhangi bir müdahalesi olmasa dahi halkların iç ayaklanma süreçleriyle İran yönetimi çözülecek, ilk aşaması 5 bölgeli federasyon olsa dahi asgari düzeyde 5 devlete bölünecektir. Farisistan ( İran ) Doğu Azeristan ( Doğu Azerbeycan ), Doğu Kürdistan, Kuzistan ve Belucistan kurulacaktır. ABD’nin müdahalesi halinde, çözülüş daha hızlı bir zaman süreci içinde gerçekleşecektir. Ancak ABD müdahalesi halinde dahi , İran’ın Suriye’ye nazaran sahip olduğu avantajlar nedeniyle, İran savaşı daha uzun sürecektir. İran savaşı , Suriye savaşına nazaran daha uzun sürse de sonuç değişmeyecek, çözülüşle sonuçlanacaktır.
Türkiye, Suriye ve İran’ın bir şekilde çözülüş sürecine girmesi ve statükonun bozulması halinde sömürgeci bir devlet olarak kendi hakimiyeti altındaki coğrafyada Türk nüfusundan daha büyük bir nüfus oluşturan ve 30 milyona yaklaşan Kürt nüfusunu denetim ve kontrol altında tutamayacağının hesabını yapmaktadır. İran ve Suriye’nin de çözülüşüyle birlikte Türkiye gerek içeriden, gerekse hakimiyet alanı içine aldığı sınırların dışından Kürt kuşatması altına girecektir. Sonuç itibariyle ister istemez bir ön aşaması olsa dahi, Kuzey Kürdistan kopacaktır. Bu 1.Dünya savaşı neticesinde emperyalist bir antlaşma olan ve temel dayanağı Seykes Pikot antlaşması olan Lozan antlaşmasının sonu olacaktır. Lozan antlaşmasının sömürgeci statükosuyla birlikte ortadan kaldırılması sürecine girişi aynı zamanda bölge devletlerinin statükoyu korumak, Kürdistan ve Belucistan devletlerini hiçbir parçada kurdurmamak için birlikte hareket edip saldırmaya dayanan Bağdat paktı, Sadabat paktı, Sento ve Cento gibi antlaşmaların da çöplüğe atılmasına yol açacaktır. Değişen bu sömürgeci statükoyla birlikte Ortadoğu’da 55 milyona varan nüfusları , büyük ülke coğrafyaları , yer altı yerüstü zenginlikleriyle Kürdistan Ortadoğu’nun ve dünyanın en önemli güçlerinden biri olarak ortaya çıkacaktır. 1.Dünya savaşı sürecinde yapılan Lozan antlaşması ve emperyalistlerin bugüne kadar partnerleri türk devletine sundukları destek statükoyu korumak ve güçlü bir Kürdistan’ın ortaya çıkışını engelleme ihtiyacından kaynaklanmakta idi.
Bu tablodan Belucistan ve Huzistan ( Kuzistan ) Araplarıyla ittifak ilişkisi geliştirmek ve öte yandan Türkiye İran’ın kullanım ve yönlendirilmesi çerçevesinde Kürdistan şehirlerine ve Kürtlere saldırma noktasına gelmeyecek Azeri kesimlerini ve hareketlerini de bu ittifak içerisine çekmek gereklidir.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti ordusu tarafından kullanılıp yönlendirilen ve bu kişinin kültü aracılığıyla işbirlikçileştirilen Demokratik Cumhuriyetçi PKK, Kürdistan’ın dört parçasında var olan sömürgeci statükoyu devam ettirmek, Kürtlerin ülke topraklarını ve siyasal iktidar haklarını istememelerine dayanan bireysel ve mahali dil kültür hakları çerçevesinde sömürgeciliği yeniden üretmek konseptleriyle saflarını ortaya koymaktadırlar. Siyaset ve bütün mücadeleler bir taraftan olanak yaratmak için mücadeledir, diğer taraftan var olan ya da ortaya çıkan olanak ve çelişkilerden yararlanarak sonuca gitmektir.
Kürtlerin bağımsız Kürdistan’ı kurması açısından en uygun uluslar arası ve bölgesel koşul ve çelişkilerin olduğu bir süreçte; “Demokratik Cumhuriyetçilerin ulusal mücadelelerini başarıya ulaşma şansı kalmamıştır” şeklindeki anlayışı ve çözümsüzlüğü halkımıza taşıdığı bilinmektedir.
Yugoslavya’da altı devlet Sovyetlerde ise 20’nin üzerinde devlet ortaya çıkarken Doğu Timur, Endonezya’dan koparken, İran 5 devletli bir yapıya ve buna karşın Suriye iki bölgeli federasyona veya 2 devletli yapıya giderken, bağımsız Filistin ilan edilme aşamasındayken ve Belucistan kurulma sürecine girerken Demokratik Cumhuriyetçilerin ; “Ulusal mücadeleler dönemi bitmiştir. Gereksizleşmiştir, güncel değildir.” şeklindeki yalan ve çarpıtmaları da işbirlikçi konum ve ideolojilerini kamufle etmeye dönüktür. Sudan’ın sömürgesi durumunda olan Darfur ayrılış sürecindedir. Devleti birlikte kuran herhangi bir zulüm ve baskıya uğramayan ve hatta İspanya’da en zengin bölge durumunda olan Katalonya’da bu yıl içerisinde çıkarılan bir yasayla genişletilmiş özerklik haklarına kavuşmuş olup ayrılma sürecindedir. Yine Bask İspanya’dan ayrılma sürecindedir. Özerk konumda olan İrlanda mücadelesinde devam etmekte olup ayrılma sürecindedir. Flamen halkı Belçika devletini kuran federatif yapı içerisinde bugüne kadar herhangi bir baskı ve zulüm uğramamasına rağmen federal yapıdan ayrılıp, Flamenya devletini oluşturma sürecindedir. Burjuva kültür, uygarlık ve demokrasisinin zeminleri olan Avrupa ülkelerindeki bağımlı halklar bile bağlarını kopararak kendi ulusal devletlerini kurma haklarını kullanmak istemektedir. Bütün bu olgulara rağmen, dünyanın en eski sömürgesi durumunda olan, bütün dünyanın devletsiz durumdaki milliyetler içinde en büyük nüfusunu oluşturan, bugün dahi klasik bir sömürgedeki haklara ( örneğin 19.YY’da İngiliz sömürgesi olan Hindistan’daki haklara dahi sahip olmayan ) dahi sahip olmayan Kürtlerin, üstelik dörde bölünen ulusal birlikleri ve ülkeleri ortada dururken, tarihsel ve güncel anlamda her yerde soykırıma uğrarken, soykırımcı sömürgeci devletlerle ortak yaşamı tercih etmesi işbirlikçilik, gericilik ve aptallık dışında başkaca nedir ? Demokratik Cumhuriyetçiler ve işbirlikçi Apo’nun söyleminin tersine, ulusal mücadele ve bağımsız Kürdistan hedefi her zamankinden daha fazla gereklidir, mümkündür ve günceldir.
Abdullah Öcalan ve şurekasının son 8 yılda kullandıkları ; “Ortak vatan, Anadoluluk, Demokratik Cumhuriyet” kavramları, ağızlarına pelesenk ettikleri diğer kavramlar gibi kendilerine ait değildir. Ortak vatan kavramı, Amasya genelgesinde vardır, Mustafa Kemal’e aittir. Ortak vatan taktiği ve kandırmacasıyla Kürtleri aldatıp kullanan Kemalistlerin iktidarlarını kurar kurmaz Kürtlerin tasfiyesine yöneldikleri bilinmektedir. İdeolojik altyapıdan yoksun ahmak bazı Kürtler tarafından ya da işbirlikçilerce başka bir şey ifade ediyormuş gibi kullanılan Anadoluluk kavramı ise, tarihsel ve ideolojik anlamda bugünkü Türkiye’nin çekirdeğidir. Demokratik Cumhuriyet ise, Turgut Özal’ın liberal siyasetine yakın duran ve kendilerini ikinci cumhuriyetçi olarak nitelendiren yazarların ( Mehmet Ali Birand, Ahmet Altan, Mehmet Altan, Cengiz Çandar vs ) 1990’dan itibaren ortaya attıkları bir tezdir. Bu yazarların ortaya attığı tez, mevcut Kemalist devlet yapılanmasında köklü bazı reform ve dönüştürücülere gitmeyi içermekteydi. Abdullah Öcalan’ın, aynı kavram altında işlediği önermeler ise, bu yazarların o zamanki reform önermelerinin bile gerisindedir. Abdullah Öcalan’ın ve işbirlikçi Demokratik Cumhuriyetçilerin önermeleri, Uğur Mumcu ve Doğu Perinçek gibi Kemalistlerin bir parça Kemalizm’i yeniden yorumlayıp sürdürmeye dayanan konseptlerinin içindedir.
Abdullah Öcalan’ın devrim ve sosyalizm sorunları adlı kitabının 16. sayfasına bakıldığında ; Demokratik Cumhuriyetçiliği kartların mücadelesinin tasfiyesi, yozlaştırılması ve denetim altına alınması için geliştirilen bir anlayış olduğunu belirtmektedir. Bu da Abdullah efendinim, kendisinin veya Demokratik Cumhuriyetçi PKK’nın yansıttığı gibi herhangi bir şey keşfetmediğini, Demokratik Cumhuriyetçiliğin ve diğer kavramların sömürgecilerin çöplüğünden toplanmış paçavralar olduğunu, ve Apo’nun Kürt halkında yöneltilen komplonun bir parçası olarak kullanıldığını göstermektedir. Durum bu olmakla birlikte mürit bir yapıda bulunan ve bağnaz mürit yapının baskısı altında iradesiz ve kişiliksiz hale gelen bütün bireyler, dünya, bölge ve Kürdistan koşullarını analiz ederek doğru anlama yerine, dünya bölge ve Kürdistan koşullarını Apo’nun işbirlikçi söylemlerine göre çarpıtarak, her şeye rağmen şeyhlerinin doğru yolda olduğunu ispatlamaya dönük bir çaba olmaktadır. Bu çaba ve söylemlerini Kürdistan’ın dört parçasında mevcut sömürgeci statüko değişmemek üzere, sömürgeci devletlerin çıkarına dillendirip Kürt halkını yanlış yönlendirme, saptırma ve denetim altında tutma pratiği içerisindedirler. Kürdistan’ın dört parsçındaki en tahrikkar durumlar önce sömürgeciliği, daha sonra da sömürgeci statükoyu rütuşlar ve kırıntılarla yeniden üretmek için içerideki Truva atına dönüştürülen Demokratik Cumhuriyetçilikten kaynaklanmaktadır.
Demokratik Cumhuriyetçilik süreci olarak adlandırılan 8-9 yıllık zaman dilimini her anlam ve her alanda değerlendirerek, acaba hiçbir yararlı sonucu yok mudur diye kendi kendime sorduğumda, sadece Devlet Güvenlik Mahkemesindeki savunmalarımda, Kemalizm ve İttihatçılığın temel referanslarını konu alan ; “Boktan Sözler” başlığıyla yazacağımı beyan ettiğim bir kitabı yazmaktan, yani zaman vermekten kurtardığını söyleyebiliyorum. Çünkü Demokratik Cumhuriyetçilik, demokratik konfederalizm, üçüncü alan, Komala sistemi gibi tutmadıkça, diğer bir kavramla yamalanan işbirlikçi anlayış ile sadece ittihatçılık ve Kemalizm’in referansları işlenmemiş, aynı zamanda Kürt motiflerine büründürülerek, tarihte ilk kez Kürdistan Ulusal Hareketine resmi ideolojinin bulaştırılması da başlatılmıştır. Bu dönemde ortaya çıkan konformizm ve kozmopolitizm bu çizgi ve uygulamanın ürünüdür. Demokratik Cumhuriyetçilerin açık kurumlarında çalışan bütün kişiler bu çizginin işbirlikçi, gerici ve kokuşmuş niteliğinin farkında olmakla birlikte, her ne hikmetse bu çizginin yaşama aktarılmasının ifadesi olan faaliyet alanlarında rol de almaktadırlar. Sahibi oldukları çizginin niteliğinin farkında olan Demokratik Cumhuriyetçiler diğer süreçte hiç rastlamadığı şekilde ezik ve kafaları eğiktir. Ezik ve başları eğik olmakla birlikte bu kirli sürecin reddiyecisi olmayı göze alamamaktadırlar. Kiminin korkuları, kiminin kişisel hesap ve koltuk sevdaları, kiminin de bağnaz müritliği kokuşmaya tavır almaya engel olmaktadır. Demokratik Cumhuriyetçiler işbirlikçi çizgileriyle Kürdistan ulusunun mikrop bulaştırılmış , hastalıklı ve faşist sömürgeci resmi ideolojinin tutsak hasta kesimi haline getirilmiştir. Hastalıklarıyla bünyelerinin ilişkisi ve durumu sorgulandığında başları eğik ve ezik bir ruh hali içinde bulunmalarına rağmen hastalıklarını tedaviyi ve ilacı da kabul etmemektedirler. Buna rağmen biz ısrarla bunlara tedaviyi dayatmak zorundayız. Bu nedenle DGM’deki savunmalarımda ittihatçılık ve Kemalizm’in referanslarını konu ederek yazacağımı söylediğim kitabı , 1999 yılı itibariyle yazmaktan ve zaman vermekten vazgeçtim. Çünkü Demokratik Cumhuriyetçilik olarak adlandırılan ideolojik politik çizgiden daha ”boktan” olacak şekilde Kemalizm ve İttihatçılığın referanslarını işlemek kolay değildir. Demokratik Cumhuriyetçilik ideolojisinin hammaddesi, genel kurmayın kanalizasyonundan alınmıştır. Bu konuda kitap yazmam gereksizleşmiştir. Doğrudan ittihatçılık ve Kemalizm’in ülkemize dayatılış ve içeriden üretiliş konsepti olan Demokratik Cumhuriyetçiliği analiz ediyoruz. Ancak bu söylemim üzerinden, Demokratik Cumhuriyetçiliğin, Kürt halkının zaman ve enerjisini boşa akıtma ve oyalama konsepti olduğu düşünülmemelidir.
1999’dan bu yana her konuşma ve yazım da, bir şekilde Demokratik Cumhuriyetin niteliklerine değinmek zorunda kalmanın zulmü altındayım. Her aşamada ve her alanda ulusumuza ve ülkemize verdiği zararları görmek, rahatsızlığını hissetmek bir iç zulüm sistemi olduğunu göstermektedir. Benim ilkem, işbirlikçiliğin ve zavallı bir kültün kabulüne dayanan Dilek ilkesi ya da Apo ilkesi değildir.
Benim ilkem ; yurtsever devrimci Kürdistanlı ilkesidir.
Bu ilke ; içeride ve dışarıda, dengeler ve dayatılan koşullar ne olursa olsun, her zaman bağımsız Kürdistan çizgisini konuşturmak , yaşam pratiğine aktarmak, engel ve tehdit tanımamak, dış egemenlik kadar bunların yanaşmacısı durumundaki işbirlikçi anlayışlara karşı da açık, tutarlı, dürüst ve yiğit özelliklerle amansız mücadele yürütmek, devrimci yurtsever ideolojisiyle örgütlü Kürdistani bir kadro olarak dünyayı, bölgeyi ve ülkeyi bağımsız değerlendirebilme yetisine sahip olmak , çizgi bağımsızlığı ve hareket özgürlüğünü esas görmek, kırılmaz bir irade ile kadim Kürt ulusunun kolektif haklarını, ülkesini ve iktidarını devretmemeye, tartışmamaya dayanan Kürdistan ulusal ve siyasal mücadele paradigmasını bütün bedellere rağmen ayakta tutmak ve başarıya götürmektir. Bu da Kürdistan ulusal mücadelesinin devrimci olmak zorunda olduğunu göstermektedir. Bu ilke sadece benim değil , yurtsever devrimci bütün Kürdistanlı aydın ve siyasetçilerin ilkesidir.
Demokratik Cumhuriyetçilik çizgisindeki işbirlikçilik ve Apo’nun ajan pratiği çerçevesinde ortaya çıkan durumun ; ağır bedel süreçlerinden geçen fiziki ve manevi anlamda her şeylerini veren yiğitlerimizin kemikleri sızlamaktadır. Çünkü, bedel ödeme gerekçeleri gayri meşrulaştırılarak kirletilip tasfiye edilmektedir. Bedel ödeme gerekçelerine gerek geçmişte, gerek bugün, gerekse ileride her zaman sahip çıkacağımız Kürdistanlı yurtsever devrimcilerin anısına , acılarına ve hedeflerine bağlılığın bir ifadesi olarak, bu analizlerimizi ulusumuzun takdirlerine sunuyoruz.
01 .09. 2006
Sayın Editör ,
Bu makalemin çok uzun olduğunun farkındayım. Aynı zamanda bir sitede alan sınırlaması olacağını da tahmin edebiliyorum. Türkiye ve Kuzey Kürdistan’da yaşayan siyasetçi ve aydınların suskunluğu ve diğer siyasi eğilimlerin misyonlarını tamamlamasından kaynaklanan etkisizliği karşısında işbirlikçi Demokratik Cumhuriyet ideoloji ve uygulaması , hiç kimsenin inanmadığı bir çizgi durumunda olmakla birlikte , aynı zamanda hiç kimsenin reddiyesini açık ortaya koymadığı bir hattır. Türkiye ve Kuzey Kürdistan’daki aydın ve siyasetçilerden ; demokratik cumhuriyetçilikten rahatsız olanları da , savunanları da , bu çizgi ve uygulaması hakkında kitle önünde konuşmamak için yemin etmişçesine korktuklarından , korkuları yanında , kaygı ve küçük hesaplarını esas aldıklarından , işbu yazının Demokratik Cumhuriyetçilik ya sahipleri tarafından çöpe atılana kadar , veya bir Kürdistan’lı yurtseverlerin mekanizmalarıyla aşılıncaya kadar , sitenizde asılı kalmasını öneririm.
Selamlar.
01 .09. 2006
Medeni AYHAN
01 .09. 2006
Medenî Ayhan http://www.xoybun.com/extra/slide/Unbenannt-2.swf
http://www.pdk-xoybun.com/nuceimages/Newroz_Kurdistan_PDK_Xoybun_02.jpg
http://www.pdk-xoybun.com/nuceimages/Nexise_Kurdistane_PDK_b.jpg
Mafê Kopîkirin &kopîbike; PDK-XOYBUN; wiha, di xizmeta, Kurd û Kurdistanê daye : Pirojeya Kurdistana Mezin, Pirojeyên Aborî û Avakirin, Pirojeyên Cand û Huner, Lêkolîna Dîroka Kurdistanê, Perwerdeya Zimanê Kurdî, Perwerdeya Zanîn û Sîyasî, Weşana Malper û TV yên Kurdistane. Tev maf parastî ne. Weşandin:: 2006-09-01 (2203 car hat xwendin) [ Vegere ] | PRINTER |